Küçük İşletme Büyük Ekonomi - Sosyal Sermaye 4
Herkesin işçi olduğu bir toplumda sosyal ilişkiler giderek azalır. Ticaret insanlar arasında bir geçim kaynağı olmaktan fazlasıdır. Bir sosyalleşme biçimidir. Üstelik oldukça gritf ilişkiler oluşturur.
Birbiri ile ticaret yapan insanlar arasında bir hukuk oluşur. Ödeme günleri , ziyaretler gibi bazı kavramlar işin içine girer. Zamanla tecrübe edilen iyi kötü tecrübeler soununda bazı sınırlar konulur. En kötü olanlar bile bu sınırları çiğnemez. Yazılı olmayan bu kurallar sadece ticaret eden esnaflar arasında kalmaz. Toplumun tamamına yayılır. Ve bir çok ortak değer ortaya çıkar. Toplum bu açıdan birbirine daha derin bir bağ ile bağlanır.
Fakat aksi durumda yani esnafların yokolduğu büyüyenlerin bir karadelik gibi sürekli büyüdüğü günümüz sistemlerinde sosyal ilişkiler oldukça sınırlı ve sığ kalıyor. Bir esnaf için yüksek cirosu bereket, şükür ya da kısmet gibi bir çok kavramı barındırırken bir müdür ya da supervisor için yükselmesine ya da yerini korumasına yardım eden bir rakamdan öteye gidemez. Bu rakamı elde ettiği alt çalışanları ise yine sadece bir ayrıntıdır.
Şirketler her geçen gün daha da büyürken büfeler bile zincir olup kartelleşirken, ticaretten alışverişten uzak kalan işçiler gittikçe yalnızlaşır ve bencil hale gelir. Çoçukları yakınlarıderken daha az girişimci daha az değer ortaya çıkar. Kimse potansiyelini ortaya koymaz. Özellikle çoğunluğu temsil eden asgari ücretliler. Canını çıkarsa alacağı para değişmez. Övgü bile duymaz. Ne de olsa o paraya o işi yapacak biri bulunur...
Ezcümle en azından ülke içinde esnafın alanları belirlenmeli. Büyük sermaye sahiplerinin bu alanlara girişi kısıtlanmalı ya da engellenmeli. Mesela market, gıda, tostçui dönerci vs. gibi bazı alanlar toplumun vicdanı ve geleceği için esnaf arasında kalmalı.
Yoksa büyüme kendini yutan bir karadeliğe dönüşür. Ve ilk olarak hükümeti vurur.
Kapitalizm açgözlülüğü besler ve bankalar yardımı ile küçükleri bitirir. Sermaye ve para gittikçe belli bir grubun eline geçer. Sonra savaş çıkar. sınırlar değişir. Para biraz saçılır. Sonra tekrar aynı şeyler olur.
Halbuki insanların hem hür olarak girişimde bulunabileceği hem de bazı düzenlemeler ile kötü olanlarının önüne geçebilecek Başka bir Yol daha var !
İktisatçı
19 Nisan 2019 Cuma
10 Ekim 2018 Çarşamba
Sosyal Sermaye 3 - Eğitim
Sosyal Sermaye 3 - Eğitim
Günümüzde eğitim insanları yalnızca bir iş gücü olarak görür. Kapitalizmin gözünde eğitim iş gücüne katılacak bireyler yetiştirmek için bir araçtır. Aileler çocuklarını okula tek bir sebeple gönderirler. Yüksek maaşlı bir işte çalışabilsin diye. Bu yüzden çoğu insan nefret ettiği işlerde çalışmak için nefret ettikleri dersleri çalışarak bir ömür tüketirler. Ne yaparsa yapsın başaramayanlar ise önce okulda başarısız sayılarak dışlanır daha sonra ise toplumda itibarsızlaştırılır. Bu bir çok insanı yalnızlığa , suça , ya da bir takım aykırılıklara sürükler.
Eğitimli insan olmak ya da olmamak arasında ki fark özellikle matematik konusunda başarınız ile belirlenir. Belki biraz dil bilgisi biraz coğrafya da bilirseniz artık siz eğitimli bir insansınız. İnsanlık namına hiç bir şey bilmeseniz de olur. Mesela sizin görüşünüzden matematik dil gibi şeyleri bilmeyenleri cahil halk diye kendinizden aşağı tutabilirsiniz. Bu sizin hakkınızdır. Kimse sizi yadırgamaz.
Esasen eğitim insanı daha iyi bir insan yapmak için verilmelidir. İnsan zıtlıkları bir arada barındırır. Vaktiyle bir çadırın önünde biri siyah biri beyaz iki köpek sürekli kavga edermiş. Bir gün oradan geçen biri çadır sahibini ziyaret etmiş. Kapıda kavga eden köpekleri görmüş ve sormuş:
-Hangisi kazanıyor ?
Çadır sahibi cevap vermiş :
- Beyaz olan iyiliği siyah olan kötülüğü temsil ediyor ve ben hangisini daha çok beslersem o kazanır !
İnsanı kötü yapan kötü davranışlara kötü güdülere yol / izin vermesidir. İnsanı iyi yapan kötü güdülerine karşı koymasıdır. Bunun ilk adımı neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmektir. Fakat son yüzyıldır özellikle teknolojinin gelişmesi ile birlikte kapitalizm tek bir şeyin iyi olduğunu söyler. Zenginlik iyidir fakirlik kötü ! tüm diğer davranışları yarattığı sonuca göre değerlendirir. Mesela eğer bir kişi alçak gönüllü ve tevazu sahibi olup da fakirse şöyle denir ; bu kadar da mütevazi olunmaz! Eğer bir kişi kibirli ve hatta deli olup da zengin olduysa şöyle denir ; adam tam bir dahi ! örnek insan !
İnsanın doğal olarak sahip olduğu eğilimler vardır. Mesela kibirlenmek yani kendini başkalarından üstün görmek. Ya da cinsi şehvetler , para ve güç sahibi olmak gibi arzularımız vardır. Eğer bunları kontrol altına almazsak en sonunda vahşi hayvanlara dönüşürüz. Ki günümüzde olan budur. İnsanoğlu vahşi bir hayvana dönüştü. Basitçe tüm dünyada suç oranlarına cinayetlere özellikle çocuk cinayetlerine bir göz atmanız yeterli. Süren savaşlarda yapılan iğrençlikleri hastahane ve okul bombalamalarını saymıyorum bile.
İşte eğitim insanın bu güdülerine karşı nasıl koyacağını nasıl daha iyi bir insan olacağını anlatmalıydı. Elbette günlük hayatını ikame edecek kadar matematik yönünü bulacak kadar coğrafya ve işlerini görecek kadar fenni ilimler fizik kimya öğretilmeli ama bunlar amaç değil hayatta kalmamız için araç olarak öğretilmeli. Asıl bilgi ahlak ana başlığı altında birbirine saygılı , birbirine güvenebilen verdikleri sözlerin kıymeti olan t ve yeri geldiğinde diğerlerinin acılarını ve zorluklarını çıkar gözetmeden paylaşabilen birbiri ile yardımlaşabilen bireyler yetiştirmek olmalı. Aile komşuluk , akrabalık gibi konularda hak ve hukuklar öğretilmeliydi. İşte bu ekonomik olarak güçlü bir sosyal sermaye olurdu. Fakat kapitalist sistemde tüm bunların yerine verilen tek başına ne pahasına olursa olsun zengin yani "başarılı" olmanın yolları.
Esasen bu kapitalizmin doğduğu topraklarda dini bir temeli olan bir görüş. Hristiyanlığın bir kolu olan Protestanlıkta eğer kişi zengin ve ünlü değilse cenneti hakedemeyeğine inanılırdı. Yine Katolik kilisesinde cennetten arsa satması bunun bir başka versiyonudur. Avrupa'nın her yerinde yükselen şatolar , kaleler gösterişli yapılar bunun bir dışa vurumuydu. Bir başka açıdan bakıldığında ciddi bir gelir eşitsizliğinin izleridir. Yani sınırlı miktarda seçkin birileri diğerlerinin hakkını yiyerek zengin olur ve bu zenginliğini ihtişamlı yapılar ile tescil eder. Mesela Anadolu da bunu göremezsiniz. Devlet dışında ihtişamlı yapılar yoktur. En büyük yapılar han, hamam cami gibi herkesin kullanımına açık olan yapılardı. Buda gelir eşitsizliğinin olmadığı dolayısı ile zenginliğin eşit olması mümkün değilse de adil dağıldığına bir işaretti.
Ne yazık ki günümüzde medeniyet ve insanlık namına gösterilen eserler Avrupa'nın adaletsiz gelir dağılımının açık bir nişanı olan şato ve sarayları bahçe ve binaları olarak gösterilir. Halbuki şatolar ve gösterişli bireysel yapılar birilerinin haksız ve aşırı zenginleşmesinin açık kanıtıdır. Medeniyet kalıntıları olarak gösterilmeleri ise Kapitalizmin tamamen benimsenmesinden ileri geliyor.
Daha acı olan ise neredeyse bir asırdır herkesten çok zengin ol ! "gizli" sloganı ile eğitiliyoruz. Dünya klasikleri diye okuduklarımız avrupanın klasikleri, müzikten edebiyata resimden siyasete kadar hemen hemen bütün alanlarda zihinlerimiz işgal edilmiş durumda.
Bizim topraklarımızda daha önce homo-economicus adlı yazımda alıntıladığım üzere birbirine güvenebilen, yardımlaşan, zengin ve fakir arası uçurumun aşırı olmadığı kimsenin çok uç fakirlik yaşamadığı bir toplum vardı. Ve bu eğitimlerin kaynağı İslamdı. Batı da ki çoğu kötülüğün sebebi Hristiyanlık iken burada tüm iyi şeylerin kaynağı İslamdı. Fakat batılılar Hristiyanlığı bir din olarak görüp geri kalmışlığı gelir adaletsizliğini üst başlık olarak dine bağladılar. Ve dinin etkilerini toplumsal bazı işlerden çıkarmaya çalıştılar. Burada onları takip edenlerde içini açıp hangi din demeden dini toplumdan ayırmaya gayret ettiler. Ve ekonomik ve sosyal olarak yıkıcı etkileri olacak kadar da başardılar.
Avrupa da bunun etkileri ise bizde ki kadar yıkıcı gözükmüyor. Ama sadece gözükmüyor hepsi bu! İnanılmaz bir illüzyon bu çünkü daha 60 sene önce 2. Dünya Savaşında birbirlerini acımasızca boğazladılar mamafih sanki Avrupa'da inanılmaz bir barış varda burada Türkiye'de Ortadoğu'da yüzyıllardır kan savaş ve gözyaşı varmış izlenimi hepimizin zihninde.
Nazi toplama kampları
Halbuki 2. Dünya Savaşından da yakın bir tarihte Yunanistan da İspanya da İngiltere de ciddi iç çatışmalar ve dahi savaşlar vardı.
İspanya İç Savaşında ölüm Mangaları
Ya da Amerika daha 50 yıl önce siyahiler otobüste beyazlara yer vermek zorundaydı.
ABD'de 1 aralık 1955 yılında Beyazların oturacağı yere oturduğu için tutuklanan Rosa Parks. Böylesi bir ırkçılık ve zülüm İslamın hakim olduğu herhangi bir yerde hiç olmuş mu !?
Ve bu her nasıl oluyorsa insan hakları, demokrasi gibi kavramlar üzerinden gelişmiş refah düzeyi yüksek ülkeler olarak bize hedef yapılmışlar! Özellikle 2. dünya savaşının hemen ardından başlayan ve 1990'lı yıllara kadar devam eden soğuk savaşta tüm dünya da bir yanda kapitalistler diğer yanda komünistler tüm dünyayı sessizce kana buladılar. Silahlar vererek, yayınlar yaparak ve kışkırtarak hemen hemen bütün ülkelerde iç çatışmaları desteklediler. Soğuk savaş belki sıcak çatışmadan daha çok can aldı. Ve tıpkı birinci dünya savaşından önce yaptıkları gibi bir çok ülkenin kaynaklarını zenginliklerini sistematik olarak sömürerek ya da daha doğru bir ifade ile çalarak kendi ülkelerine götürdüler. Arkalarında enkaz halde toplumlar ve topraklar bırakarak.
Ve şimdi onlar kalkınmış, ileri toplumlar olarak bizim varmak istediğimiz olmamız gereken idollerimiz olarak bize gösteriliyor. Eğitim sistemlerimizi bu vahşi insanlara benzetmeye çalışıyoruz. Giyimimizi evlerimizi , ilişkilerimizi ve son olarak dinimizi bu insanların sahip olduklarına benzetmeye çalışıyoruz ! Onlar gibi olmak için!
Bir yıl Macaristan'da yaşadım. Başkenti Budapeşte de. Hayatımda bu kadar evsiz insan görmemiştim. Gittiğim başka ülkelerde de aynı şeyleri gördüm. Kimsenin umursamadığı binlerce evsiz kadın erkek ve hatta çocuk. İntihar oranları inanılmaz yüksek, antidepresan kullanımı aşırı yüksek, obezite , nufüsün önlenemez düşüşü ve bazı göz önünde olmayan iç gerilimler mevcut. Mesela İtalya'nın birliği İspanya'nın birliği uzun vadede korunamayacak gibi duruyor. Mesela en son kuzey Irakta ki Kurdistan Referandumuna olan aşırı tepkileri kendi ülkelerinde olacak olası ayrılıkçı hareketlere bir ayar çekmek içindi.
Aslında gören gözler için her şey apaçık ortada. Mesele yeraltı edebiyatı denilen bir akım var kitaplara meraklı olanlar bir kaç kitap okuyabilir bu akımdan. Eminim dehşete düşeceksiniz. İsveç , Norveç gibi parmakla gösterilen ülkelerde dahi nasıl bir kimlik krizi. anlam arayışı ve buhran var görebilirsiniz.
Ve işte geldiğimiz nokta da eğitim sistemi insanı insan yapan tüm iyi özellikleri bir kenara koyarak sadece fenni ilimler etrafında tabiri caizse çalışacak sorgulamayacak köleler yaratmak için veriliyor. Meslek elbette önemli üretmek çalışmak elbette önemli ama bunlar dayatma ile değil ihtiyaç oldukça yetenekli ve istekli olanlar tarafından bir şekilde yapılır. Bunun için insanları bütün gün bir odanın içine hapsetmemize gerek yok. Yerinde bizzat tecrübe ederek meslek öğrenilebilir. Geliştirmek isteyenler için okullar açılabilir.
Sonuç olarak güçlü bir ekonomi refah içinde bir toplum için eğitim insanlara daha iyi bir insan olmayı öğretmeli. En temel eğitim dürüstlük , yardımlaşma , toplumsal sevgi ve güveni anlatmalı.
Daha iyi bir sistem ile değil daha iyi insanlar ile huzurlu, gelişmiş ve barış içinde bir dünya olur!
8 Ekim 2018 Pazartesi
Demokrasi ve Kapitalizm
Demokrasi ve Kapitalizm
Daha önce Homo- economicus ve Demokrasi adlı gönderimde demokrasinin kapitalizm teori ve kaynak açısından ilişkisine değinmiştim. Şimdi konuyu biraz daha açacağım. Seçim ve yönetim ile ekonomik sistemin ilişkisine değineceğim.
Öncelikle demokrasi nedir kısaca bir tanıyalım. Kitabi tanım şudur :
"Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi."
Siyasal denetim denilen şey ülkeyi yöneten kimseleri seçme ya da denetleme yetkisinden bahsediliyor. Yani Cumhurbaşkanı ya da başkan milletvekilleri ya da senatörler belediye başkanları ya da valiler belediye meclisi üyeleri ve muhtarlar. Tüm bu kimseler sandıklarda halk tarafından seçiliyor.
Peki Halkın önüne koyulan adayları kim belirliyor. Demokrasilerde halkın önüne bir sandık ve seçenek konur. Halkta eğer önemserse ve oy vermek isterse birini seçer. Peki seçenekleri kim belirliyor ? Bu soru burada kalsın şimdilik. Biraz düşünelim üstüne.
Demokrasinin bazı sorunları ;
- Sapık , hırsız , katil ya da cahil demeden herkesin oy hakkı olması
- Sandığa gitme yani seçime katılım oranlarının gelişmiş demokrasi denilen ülkelerde % 50 dahi olmaması yani insanların sandığa gitmemesi
- Fakir insanların aday olamaması kampanya yürütecek parası olmaması
- Parasal olarak güçlü olanın medya ve insanların çıkarları gereği yardımı ile kazanma ihtimalinin yüksek olması
- Seçim kampanyaları konusunda tecrübenin artması ile halkı yönlendirme tecrübesi ile gelenin gitmemesi
Tüm bunlar basiretsiz ve iş bilmez yöneticilerin seçilmesi anlamına geliyor. Gelişmiş olarak nitelendiren ülkelerde bu yöneticilerin olası aşırılıklarına karşın toplumun geleneklerini temsil eden krallar ve kraliçeler bulunur. Her ne kadar sembolik olsa da resmi olarak güçleri olmasa da gayri resmi olarak toplumun kimyasına aykırı durumlara karşı bir sigorta görevi görürler.
Bazı örnekler vermek gerekirse ; İngiltere, Norveç, İsveç, Danimarka, İspanya da hanedanlık devam etmektedir.
(Not:Hanedanlığın olmadığı ülkelerde de yöneticiler tam iktidar olamazlar. Orada kraliyet ailesinin görevini üstlenen daha karanlık bazı grup ya da gruplar vardır. Biz Türkiye'de buna derin devlet diyoruz. Genel olarak müesses nizam olarak bilinir. Kurulu düzen gibi bir manaya gelir. Ama esas görevleri (!) gelip geçici gördükleri siyasi seçilmişlere karşı ülkenin kendince belirledikleri uzun vadeli çıkarlarını korumaktır. Bunun için medyayı, istihbarat örgütünü ve mahkemeleri etkin kullanmak zorundadırlar. Fakat bu araçlar işe yaramazsa daha keskin sonuçlar gelebilir. Suikast ,Darbe gibi araçlar kullabilirler. Keneddy , Adnan Menderes örnek olarak verilebilir. Çoğunlukla uluslararası çalışırlar. Üst akıl denilen kendilerini uluslardan ve halklardan üstün bir yere konumlandırmış kapitalist sistemin ağa babaları olan çok zengin ve her satıştan,üretimden haraç alan bir takım gruplarla her daim sıkı ilişkileri vardır. )
Fakat bu sigorta görevi sadece aşırı uçları engeller ama yavaş yavaş bozulmaya karşı etkin bir görev alamazlar. Demokrasi yalnızca yönetimsel olarak değil sosyal olarak bireylerin birbiri ile ilişkilerin de de tahribat yaratır.
Para kazanmak ve daha fazla tüketmek daha fazlasına sahip olmak kapitalist sistemde övülen teşvik edilen bir şeydir. Açgözlü olmak neredeyse bir erdem olarak öne sürülür. 1980'lerde ciddi bir sansasyon getiren bir konuşmada aynen şöyle deniyordu ;
"Açgözlülük iyidir. Açgözlülük Amerika'yı ayakta tutar."
1980'lerde bu sözler o kadar da çok tepki çekmedi. Aslında insanların zihninde sürekli yankılanan bir sözün edepsizce dile getirilişiydi. Çünkü kapitalizm tam olarak bunun üzerine inşa edilmişti. Bireyin faydasını maksimize etmesi aynı zamanda toplumun faydasını maksimize edecektir denilmişti. Tabi bu fayda maksimizesi ekonomik olarak. Şimdilerde açgözlülük eskisi kadar revaçta değilse de bunun nedeni ahlaki ya da insani olarak yanlış olması değil. Sürdürülebilir olmadığını gördüler. Açgözlülük kontrol altına alınmalı dediler. Tabi yine de büyük oyuncular açgözlülüklerini gizlemiyor ki en son mortgage krizi yine bu açgözlülükten oldu.
Peki bunun demokrasi ile ilişkisi nedir ? Aslında çok basit. Nasıl ekonomik olarak başarılı olmak hiç bir ahlaki, insani kural dinlemeden saldırmakla eşdeğer tutuluyorsa politik arenada da kazanmak için her şey mübah. En kötü olanlar en kötü olabilenlerin kazandığı bir rekabet ortamıdır siyaset arenası.
İnsanların açgözlülüğüne fırsat veren iki sistem; biri serbest piyasa yani kapitalizm bir diğeri seçim yarışı yani demokrasi!!
Başka bir yol daha var ! Daha insani Daha medeni Daha iyi...
11 Eylül 2018 Salı
SOSYAL SERMAYE 2 - PARASAL SİSTEM - NASIL BİR PARA ?
Nasıl Bir Para
Para ticari ilişkileri daha sağlıklı daha anlaşılabilir bir hale getirmeli. Bu yüzden bir değer satan kişi karşılığında bir değer almalı. Bu değer her yerde geçerli olmalı. Günümüzde kullandığımız kağıt paralar bir borç senedi olarak ortaya çıkmıştı. Ve başlı başına bir değer değildir. Bir sözdür. Bu kağıdın bir değeri vardır diye söz veren devletlerin bir vaadidir. Bu kağıt paralarının önceleri bir karşılığı vardı. Fakat daha sonra bu karşılıklar kaldırıldı. Her yerde değer olarak geçebilecek ve kullanışlı olan para Altın veya Gümüş paralardır. Kağıt para savunucularının altın ve gümüş para ile ilgili bir karşıt tezi taşıma ve bölünme sorununa kağıt paranın çözüm bulduğu idi. Bir gram altın 200 tl olduğu düşünülürse taşıma sorunu sanıyorum anlaşılmış olur. Günümüzün seri metal üretme kapasitesi göz önüne alınırsa bölünme sorununa da çok rahat bir çözüm bulunur. Kağıt paradan çok daha pratik olur. Fakat daha önemlisi , sonunda gerçekten size ait olacak bir paranız olur.
Kağıt para enflasyon ve faiz döngüsüne girmenin ilk adımıdır. Faiz ve enflasyon ise sömürünün diğer adıdır.
Düşünün ki hiç bir şey üretmeden sadece borç vererek onlarca yıl sürekli zenginleşen birileri var. Dahası bu zenginleşmenin kaynağı hayatı boyunca sene de 14 gün tatil ile sürekli çalışan yorulan birilerinin paraları. Kulağa oldukça adaletsiz geliyor değil mi ?
Fakat çok yalın bir şekilde gerçek bu. Kağıt paranızın sürekli değer kaybetmesi -ki bu dolar ve euro için de geçerli- Paranızı bankalara ve ya faize yatırmanızı zorunlu kılıyor. Çünkü kağıt paraların kendi başına bir değeri yok. Bir kağıt parçası. Değeri düşebilir. Hatta olası bir savaş ya da olağanüstü bir durumda bir tuvalet kağıdından bile değersiz olabilir.
Sosyal Sermayenin önemli bir şartı da toplumun ticari ilişkilerini destekleyecek kendi başına bir değer olan paradır.
NOT: Bahsettiğim kapsamda kesinlikle Bitcoin alternatif bir para birimi olamaz. Kağıt para ile aynı sorunu taşıyor. Başlı başına bir değer değil. Değeri sanal.
13 Ağustos 2018 Pazartesi
7 yıl Önce Dolar Kurunu Öngören Ekonomist
7 yıl Önce Dolar Kurunu Öngören Ekonomist
Malum bu günlerde herkes pür dikkat Dolar/ TL kurunu takip ediyor. Doların "inanılmaz" yükselişi karşısında kimse kayıtsız kalamıyor. Peki dolar neden yükseliyor ?
Medya da en çok dillendirilen en önemli etken ABD ile aramızda olan kriz. Haksız da değiller Trump'ın saldırgan politikaları, doların kırılgan olduğu bir günde twitter üzerinden açıkladığı önemli bir ithalat (yani mal satıyoruz ülkeye dolar giriyor) kalemimiz olan çelik ve alimünyum üzerine koyulan ek vergiler , geçmişten gelen halkbank krizi , rahip krizi doları hareketlendirdi. Ülkeden dolar bazında çıkışlar oldu azalan doların yanında artacağını öngören birilerininde dolara yatırım yapması ile dolar iyice yükseldi. Ben bu satırları yazarken dolar şu an 7.022. Biraz daha artabilir.
Fakat ben tüm bunların ötesinde çok daha önceden bunu öngören ingiliz bir Ekonomist olan Tim Lee'ye dikkat çekmek istiyorum. Tam 7 yıl önce Tim Lee Dolar / Tl kurunun 7 TL'ye geleceğini iddia etmişti. NY Times'da geçitiğimiz bir makalede bu durum şöyle açıklanıyor:
"Dünya çapındaki merkez bankaları o dönemde, mali krizden sonra ayaklanma mücadelesi veren ekonomilerine para pompalıyordu. Lee ise Türk bankalarının hızla büyüyen Türk şirketlerine borç verebilmek için dolarla borç aldığını fark etti. Aynı zamanda, Türkiye ekonomisinin yabancı yatırımcılardan gelen fonlara giderek daha bağlı olmaya başladığını gördü. Bu durumun, 1997’deki Asya mali krizinden önceki yıllarda Tayland’da olanlara benzediğini fark etti. Yatırımcılara gönderdiği aylık notlarda da Türkiye meselesine ve oradaki risklere değinmeyi sürdürdü."
Merkez bankalarının ortalığa trilyonlarca taze dolar saçmasının yan etkilerinden biri, Türkiye gibi sıcak ekonomilerdeki hükümetlerin ve şirketlerin yatırımlarını finanse etmek için dolarla borçlanmasını kolaylaştırması. Uluslararası Finans Enstitüsü’ne göre, bugün şirketlerin yabancı para birimleriyle aldıkları borç miktarı hiç olmadığı kadar yüksek: 5,5 trilyon dolar. Türkiye de öne çıkan gelişmekte olan ülkeler içinde dolarla borçlanmanın en yüksek olduğu ülke: Şirketlerin dolar borçları Türk ekonomisinin yüzde 70’ine tekabül ediyor. Türk lirası değer kaybettikçe borçları geri ödemeleri zorlaştığından, sorun alacaklıları da ilgilendirecek şekilde büyüyor."
Tim Lee ucuz dorlarla borçlanan başka ekonomileri de benzer bir tehlikenin beklediğine dikkat çekiyor: “Küresel nakit nehiri kuruyacak, dolar fırlayacak ve finansal kriz nöbetleri başka yerlerde de kendini gösterecek. Bana kalırsa yatırımcılar önce gelişmekte olan ülelerden, sonra Avrupa’dan ve nihayetinde Amerikan piyasalarından çekilecek. Bu sefer artık banka krizi değil, mali krizi patlak verecek.”
İlginç olan Tim Lee'nin bu açıklamaları sırasında ne Trump başkandı ne Suriye krizi bu denli derindi ne de Türkiye'de darbe teşebbüsü gibi yoğun saldırılara maruz kalmıştı. Tim Lee ekonomik göstergelere bakarak yaptığı tespitler tüm bunlardan bağımsızdı. Nitekim yukarıda saydığım gelişmelerin bir çoğu o günlerde gerçekten öngörülemezdi.
Ekonomik göstergeler ile tüm bu krizler bir araya geldiğinde o zamanlar çok karamsar ilan edilen Tim Lee bile iyimser kalabilir. Doların artması yalnızca bizi değil tüm Dünyayı etkileyecek ve Trump bu duruma kafa üstü gidiyor.
Bu Durumun çok keskin sonuçları olacaktır. Dengeler değişecek. Benim umudum ise Doların bir ortak para birimi gibi kullanıldığı bu yıllarda itibari para sisteminin tartışmaya açılması. Ve hatta bunun üzerinden bir kapitalizm tartışmasınında alevlenmesi. Siyaset ve bağımsızlık bağlanmında yapılacak bu tartışmaların bir çok şeyi değiştirmesini umuyorum...
https://www.lalegulhaber.com.tr/dunya/kur-krizini-yedi-yil-onceden-tahmin-etmisti-kuresel-bir-cokus-bekliyor/18630
http://medyascope.tv/2018/08/12/kur-krizini-yedi-yil-once-haber-veren-tim-lee-kuresel-bir-cokus-bekliyor-turkiye-madendeki-kanarya/
Malum bu günlerde herkes pür dikkat Dolar/ TL kurunu takip ediyor. Doların "inanılmaz" yükselişi karşısında kimse kayıtsız kalamıyor. Peki dolar neden yükseliyor ?
Medya da en çok dillendirilen en önemli etken ABD ile aramızda olan kriz. Haksız da değiller Trump'ın saldırgan politikaları, doların kırılgan olduğu bir günde twitter üzerinden açıkladığı önemli bir ithalat (yani mal satıyoruz ülkeye dolar giriyor) kalemimiz olan çelik ve alimünyum üzerine koyulan ek vergiler , geçmişten gelen halkbank krizi , rahip krizi doları hareketlendirdi. Ülkeden dolar bazında çıkışlar oldu azalan doların yanında artacağını öngören birilerininde dolara yatırım yapması ile dolar iyice yükseldi. Ben bu satırları yazarken dolar şu an 7.022. Biraz daha artabilir.
Fakat ben tüm bunların ötesinde çok daha önceden bunu öngören ingiliz bir Ekonomist olan Tim Lee'ye dikkat çekmek istiyorum. Tam 7 yıl önce Tim Lee Dolar / Tl kurunun 7 TL'ye geleceğini iddia etmişti. NY Times'da geçitiğimiz bir makalede bu durum şöyle açıklanıyor:
"Dünya çapındaki merkez bankaları o dönemde, mali krizden sonra ayaklanma mücadelesi veren ekonomilerine para pompalıyordu. Lee ise Türk bankalarının hızla büyüyen Türk şirketlerine borç verebilmek için dolarla borç aldığını fark etti. Aynı zamanda, Türkiye ekonomisinin yabancı yatırımcılardan gelen fonlara giderek daha bağlı olmaya başladığını gördü. Bu durumun, 1997’deki Asya mali krizinden önceki yıllarda Tayland’da olanlara benzediğini fark etti. Yatırımcılara gönderdiği aylık notlarda da Türkiye meselesine ve oradaki risklere değinmeyi sürdürdü."
Merkez bankalarının ortalığa trilyonlarca taze dolar saçmasının yan etkilerinden biri, Türkiye gibi sıcak ekonomilerdeki hükümetlerin ve şirketlerin yatırımlarını finanse etmek için dolarla borçlanmasını kolaylaştırması. Uluslararası Finans Enstitüsü’ne göre, bugün şirketlerin yabancı para birimleriyle aldıkları borç miktarı hiç olmadığı kadar yüksek: 5,5 trilyon dolar. Türkiye de öne çıkan gelişmekte olan ülkeler içinde dolarla borçlanmanın en yüksek olduğu ülke: Şirketlerin dolar borçları Türk ekonomisinin yüzde 70’ine tekabül ediyor. Türk lirası değer kaybettikçe borçları geri ödemeleri zorlaştığından, sorun alacaklıları da ilgilendirecek şekilde büyüyor."
Tim Lee ucuz dorlarla borçlanan başka ekonomileri de benzer bir tehlikenin beklediğine dikkat çekiyor: “Küresel nakit nehiri kuruyacak, dolar fırlayacak ve finansal kriz nöbetleri başka yerlerde de kendini gösterecek. Bana kalırsa yatırımcılar önce gelişmekte olan ülelerden, sonra Avrupa’dan ve nihayetinde Amerikan piyasalarından çekilecek. Bu sefer artık banka krizi değil, mali krizi patlak verecek.”
İlginç olan Tim Lee'nin bu açıklamaları sırasında ne Trump başkandı ne Suriye krizi bu denli derindi ne de Türkiye'de darbe teşebbüsü gibi yoğun saldırılara maruz kalmıştı. Tim Lee ekonomik göstergelere bakarak yaptığı tespitler tüm bunlardan bağımsızdı. Nitekim yukarıda saydığım gelişmelerin bir çoğu o günlerde gerçekten öngörülemezdi.
Ekonomik göstergeler ile tüm bu krizler bir araya geldiğinde o zamanlar çok karamsar ilan edilen Tim Lee bile iyimser kalabilir. Doların artması yalnızca bizi değil tüm Dünyayı etkileyecek ve Trump bu duruma kafa üstü gidiyor.
Bu Durumun çok keskin sonuçları olacaktır. Dengeler değişecek. Benim umudum ise Doların bir ortak para birimi gibi kullanıldığı bu yıllarda itibari para sisteminin tartışmaya açılması. Ve hatta bunun üzerinden bir kapitalizm tartışmasınında alevlenmesi. Siyaset ve bağımsızlık bağlanmında yapılacak bu tartışmaların bir çok şeyi değiştirmesini umuyorum...
https://www.lalegulhaber.com.tr/dunya/kur-krizini-yedi-yil-onceden-tahmin-etmisti-kuresel-bir-cokus-bekliyor/18630
http://medyascope.tv/2018/08/12/kur-krizini-yedi-yil-once-haber-veren-tim-lee-kuresel-bir-cokus-bekliyor-turkiye-madendeki-kanarya/
13 Temmuz 2018 Cuma
SOSYAL SERMAYE 1
Sosyal sermaye toplumu oluşturan fertler arasında ki güven, güçlü iletişim , ve birlik olarak tanımlanabilir. Ticaret yapılması ya da ticarete teşebüs edilmesi için uygun bir ortam olmalı. Bu uygun ortam bireylerin iş yapabilmesi için kurdukları güvene dayalı ilişkiler ağının olması ile sağlanır.
Bir süre muhasabeci olarak çalıştım. Bu dönemde ticaretin pratik halini gözlemleme şansı elde ettim. Alım-satım yapan bir ticarethanede işlerin nasıl yürüdüğünü görme şansım oldu. İşin teminat, şözleşme gibi yasal ve nispeten soğuk tarafına geçmeden önce konuşmalar diyaloglar hatta tahmini hesaplar ciddi ölçüde spontane gelişiyor. Fakat kesin olan şu ki her ticari anlaşmaya ya da eyleme bir "tanıdık" vasıtası ile başlanıyor. Tam olarak ne demek istediğimi anlatabilmek için bir olay modellemesi yapacağım. Aslında gerçekten olmuş olan bir olaysa da isimler farklı.
Ahmet uzun yıllar gıda sektöründe çalışan biri olsun. Ahmetin yaptığı iş kafelere, lokantalara toptan gıda satan bir firma da plasiyerlik. Yani satış danışmanı. Ahmet elinde bulunan çay, şeker, kahve, soğuk meşrubat ve daha envai çeşit ürünlerini satmak için müşteriye gidiyor. Ona fiyatlarını okuyor ve patronu tarafından kendisine verilen sınırlar dahilinde indirim (iskonto) yapıyor. Müşteri ikna olduğu noktalarda siparişi veriyor.
Burada daha önce de değindiğim homo-economicus insan modeline aykırı olan bir çok durum gördüm. Şimdi bir de müşteri sokalım olay modelimize; Müşterimizin işletmesinin adı X kafe. X kafe de satın almadan sorumlu kişi murat olsun. Sahibi ise Ferhat. Aşağıda bir tablo yapalım ki isimler karışmasın.
Şöyle ki;
- Ahmet - plasiyer yani pazarlamacı / satışçı
- X kafe müşteri işletmesi
- Murat X kafenin satın alma sorumlusu
- Ferhat X kafenin sahibi
Normalde Ahmet X kafeye gittiğinde elinde bulunan fiyat listesini okumalı Murat bu fiyat listesini diğer firmaların plasiyerleri ile karşılaştırmalı en ucuz fiyatları seçmeli ve sipariş vermeli. Böylece X kafe de satılan ürünleri en uygun fiyata almış olur. Fakat pratikte iş bu şekilde yürümüyor. Elbette Ahmet'in elinde ki liste ile diğer plasiyerlerinin listesi arasında ciddi uçurumlar yok sözgelimi çay fiyatlarını ele alırsak biri 1 kg Çay için 10 lira fiyat verirken diğeri 30 lira fiyat vermiyor. Bİrbirine yakın fiyatlar oluyor. Fakat yine de farklılıklar var. Kafe lokanta ve ya yemekhane gibi işletmelerin satın aldıkları ürünlerin çeşitleri çok fazla çöp poşetinden şekere, peçeteden suya, kürdandan konserve mısıra kadar bir çok çeşit ürün var. Çoğu zaman Satın alma sorumlusu Murat tek tek fiyatlara bakmıyor. Evet bakması lazım ama üşendiğinden ya da kafası karıştığından sipariş öncesi sıkı bir inceleme yapmıyor. En çok aldığı ürünlerin fiyatlarına bakıyor. Mesela çay ya da kahve. Siparişini veriyor sonra ürünler geldiğinde faturayı inceliyor. Faturalar ise ayrı bir hikaye. Faturaları ben kesiyordum. Hatta bizim aldığımız ürünlerin faturalarını da sisteme ben işliyordum. Çoğu zaman ürünlerin birim fiyatını tam olarak bulmak tek bir ürün için bile ciddi bir sorun. Bİr de 50 kalem olan bir faturanın ürünlerini tek tek incelemek tam anlamı ile mesai gerektiren bir iş. Bu işte uzmanlaşan ve yapan birine rastlamadım.
Bu konunun etkenlerini ileride daha ayrıntılı inşeAllah ileride yapacağım fakat şimdilik soru şu Murat niçin Ahmet'ten alıyor ? Cevap genelde duygusal. Ya sağlam bir dostluk ilişkisi var ya güveniyor ya da ikna ediliyor. Net olan şey fiyatlar aşırı değilse karar mekanizmasının en önemli belirleyecisi ticari aktörler arası ilişkiler.
Bu işin mutfağı bir ticari aktörler arası ilişkiler neticesinde son tüketici olan müşterilere ne arz edileceği belirleniyor.
Tekrar başa dönersek sosyal sermaye burada devreye giriyor. Toplumun fertlerinin birbirie güveni iletişimi ki bu iletişimde mesele dil, kültür, din hatta ırk bile ciddi roller oynuyor. Sosyal sermayesi güçlü olan ülkelerde ticaret daha emin ve güçlü bir şekilde ilerlerken bu da verimlilik, ekonomik büyüme ve refahın adil dağılımına doğru pozitif bir meyil gibi sonuçlar doğuruyor.
Fiziki sermaye hammadde , üretim ve ya pazarlama teknolojileri , lojistik gibi endistürünün görünen aktörleri iken sosyal sermaye daha soyut bileşenlerden oluşuyor. Fakat sosyal sermaye olmadan tüm fiziki sermaye üstünlükleri anlamsızlaşıyor.
İlerleyen zamanlarda sosyal sermaye konusunu farklı noktalardan verilerle daha geniş bir şekilde ele alacağım bunu şimdilik bir giriş olarak burada bitiriyorum
Bir süre muhasabeci olarak çalıştım. Bu dönemde ticaretin pratik halini gözlemleme şansı elde ettim. Alım-satım yapan bir ticarethanede işlerin nasıl yürüdüğünü görme şansım oldu. İşin teminat, şözleşme gibi yasal ve nispeten soğuk tarafına geçmeden önce konuşmalar diyaloglar hatta tahmini hesaplar ciddi ölçüde spontane gelişiyor. Fakat kesin olan şu ki her ticari anlaşmaya ya da eyleme bir "tanıdık" vasıtası ile başlanıyor. Tam olarak ne demek istediğimi anlatabilmek için bir olay modellemesi yapacağım. Aslında gerçekten olmuş olan bir olaysa da isimler farklı.
Ahmet uzun yıllar gıda sektöründe çalışan biri olsun. Ahmetin yaptığı iş kafelere, lokantalara toptan gıda satan bir firma da plasiyerlik. Yani satış danışmanı. Ahmet elinde bulunan çay, şeker, kahve, soğuk meşrubat ve daha envai çeşit ürünlerini satmak için müşteriye gidiyor. Ona fiyatlarını okuyor ve patronu tarafından kendisine verilen sınırlar dahilinde indirim (iskonto) yapıyor. Müşteri ikna olduğu noktalarda siparişi veriyor.
Burada daha önce de değindiğim homo-economicus insan modeline aykırı olan bir çok durum gördüm. Şimdi bir de müşteri sokalım olay modelimize; Müşterimizin işletmesinin adı X kafe. X kafe de satın almadan sorumlu kişi murat olsun. Sahibi ise Ferhat. Aşağıda bir tablo yapalım ki isimler karışmasın.
Şöyle ki;
- Ahmet - plasiyer yani pazarlamacı / satışçı
- X kafe müşteri işletmesi
- Murat X kafenin satın alma sorumlusu
- Ferhat X kafenin sahibi
Normalde Ahmet X kafeye gittiğinde elinde bulunan fiyat listesini okumalı Murat bu fiyat listesini diğer firmaların plasiyerleri ile karşılaştırmalı en ucuz fiyatları seçmeli ve sipariş vermeli. Böylece X kafe de satılan ürünleri en uygun fiyata almış olur. Fakat pratikte iş bu şekilde yürümüyor. Elbette Ahmet'in elinde ki liste ile diğer plasiyerlerinin listesi arasında ciddi uçurumlar yok sözgelimi çay fiyatlarını ele alırsak biri 1 kg Çay için 10 lira fiyat verirken diğeri 30 lira fiyat vermiyor. Bİrbirine yakın fiyatlar oluyor. Fakat yine de farklılıklar var. Kafe lokanta ve ya yemekhane gibi işletmelerin satın aldıkları ürünlerin çeşitleri çok fazla çöp poşetinden şekere, peçeteden suya, kürdandan konserve mısıra kadar bir çok çeşit ürün var. Çoğu zaman Satın alma sorumlusu Murat tek tek fiyatlara bakmıyor. Evet bakması lazım ama üşendiğinden ya da kafası karıştığından sipariş öncesi sıkı bir inceleme yapmıyor. En çok aldığı ürünlerin fiyatlarına bakıyor. Mesela çay ya da kahve. Siparişini veriyor sonra ürünler geldiğinde faturayı inceliyor. Faturalar ise ayrı bir hikaye. Faturaları ben kesiyordum. Hatta bizim aldığımız ürünlerin faturalarını da sisteme ben işliyordum. Çoğu zaman ürünlerin birim fiyatını tam olarak bulmak tek bir ürün için bile ciddi bir sorun. Bİr de 50 kalem olan bir faturanın ürünlerini tek tek incelemek tam anlamı ile mesai gerektiren bir iş. Bu işte uzmanlaşan ve yapan birine rastlamadım.
Bu konunun etkenlerini ileride daha ayrıntılı inşeAllah ileride yapacağım fakat şimdilik soru şu Murat niçin Ahmet'ten alıyor ? Cevap genelde duygusal. Ya sağlam bir dostluk ilişkisi var ya güveniyor ya da ikna ediliyor. Net olan şey fiyatlar aşırı değilse karar mekanizmasının en önemli belirleyecisi ticari aktörler arası ilişkiler.
Bu işin mutfağı bir ticari aktörler arası ilişkiler neticesinde son tüketici olan müşterilere ne arz edileceği belirleniyor.
Tekrar başa dönersek sosyal sermaye burada devreye giriyor. Toplumun fertlerinin birbirie güveni iletişimi ki bu iletişimde mesele dil, kültür, din hatta ırk bile ciddi roller oynuyor. Sosyal sermayesi güçlü olan ülkelerde ticaret daha emin ve güçlü bir şekilde ilerlerken bu da verimlilik, ekonomik büyüme ve refahın adil dağılımına doğru pozitif bir meyil gibi sonuçlar doğuruyor.
Fiziki sermaye hammadde , üretim ve ya pazarlama teknolojileri , lojistik gibi endistürünün görünen aktörleri iken sosyal sermaye daha soyut bileşenlerden oluşuyor. Fakat sosyal sermaye olmadan tüm fiziki sermaye üstünlükleri anlamsızlaşıyor.
İlerleyen zamanlarda sosyal sermaye konusunu farklı noktalardan verilerle daha geniş bir şekilde ele alacağım bunu şimdilik bir giriş olarak burada bitiriyorum
9 Temmuz 2018 Pazartesi
Neden Blog Yazıyorum ?
Blog yazmaya karar vermemin en önemli sebebi kendimi ve düşüncelerimi akademik sınırlarından arındırmak. Bunu ifade ederken amacım akademik metodu ve bilgiyi zemmetmek değil. Bahsettiğim sınırlar kaynak gösterme ve atıf yapmayı kapsamıyor. Elbette bir fikir ancak delillerle birlikte ortaya konduğunda doğru ya da geçerli olabilir. Atıf yapmak , alıntı yapmak ya da istatistiksel bazı verileri kullanmak yüzyıllardır var olan bir yöntemdir. Fakat günümüz akademik dünyasında fikir ve yayınlarınız geçerli olması için muhakkak batı olarak nitelendirilen Avrupa ve Amerikalı yazarlardan alıntı yapmak zorundasınız. Akademik bir "kast" sistemi var. Özellikle Türkçe yayın yapıyorsanız... Eğer makalenizde "batılı" yazarlardan alıntı yapmazsanız makaleniz asla değer görmez. Yukarıda bahsettiğim akademik sınırlar işte bunlar.
Mamafih bende yazılarımda batılı yazarlardan ara ara alıntılar yapıyorum. Bunun sebebi ise bazı gerçekleri vurgulamak. Bilindiği üzere gerek ekonomik üstünlükleri gerekse siyasi üstünlükleri yüzünden batı dünyası kendisi dışında kalan toplumları ve kültürleri yok sayma hatta aşağılama eğilimindedir. Ciddi bir kısmı da düşman olarak görüyor. Bu yüzden kendilerini eleştirdiklerinde ya da düşmanlarını övdüklerinde bunun daha ikna edici bir gerçek olacağını düşünüyorum. Her türk genci gibi bende gençliğimin ilk dönemlerini dünya klasiklerini okuyarak ya da "dahi" diye adlandırdıkları matematikçilerinin hikayelerini dinleyerek geçirdim. Ve korkunç bir ilizyon olarak İnsanlığın daha önce hiç erişemediği bir muasır medeniyetler seviyesinde olduğuna kandım. Daha fazla matematikçi daha fazla fizikçi ve daha fazla kimyacı ile bunu daha da ileri götürmek gerektiğine ikna oldum. Ve kendi toplumuma kendi ülkeme, kültürüme, tarihime karşı bu oryantalist bakış açısı ile bakar oldum. Sonuç kaçınılmaz olarak bir aşağılık duygusu içinde kıvranmak oldu. Kafamı buradan çekip çıkartması gerekenler ise yeni uydurdukları reformist dinleri ile oksidentalist bir bakış açısı ile batıyı olduğu gibi şeytanlaştıran ideolojiler ürettiler. Bütün ideolojiler gibi işe yaramaz ve etkisizdiler. Tüm ideolojileri işe yaramaz ve etkisiz olarak tanımladığımda haddimi aştığımı düşünebilirsiniz. Düşünün sorun değil. Fakat bu idelojik çeşitliğin için de faziletli tek bir toplum yaratılamamış olmasını unutmayın. Refah düzeyi yüksek ülkeleri faziletli ve halkının mutlu olduğu toplumlar addediyorsanız bir kez daha düşünün derim. Norveç, İsveç, ya da Amerika, kanada gibi ülkelerde faziletli bir toplum olduğunu düşünen insanlar gelir eşitsizliği, işsizlik ya da sürekli tekrarlanan ekonomik krizler gibi ekonomik veriler bir yana mutsuzluğun bir tezahürü olan anti-depresan ilaç kullanımı oranlarına ya da intihar oranlarına bir göz atabilirler. Ya da sadece yüzlerine bakabilirler. Fakat bu illüzyon onların ekmeği. Bu rüyayı globalleştirerek satmaya devam etmek zorundalar.
Globalleşme denilen sürecin aslında yeni bir sömürgeleştirme yöntemi olduğunu düşünüyorum. Bu fikri öne süren ve savunan sol, sosyalist, marksist, komünist akımlar zaten herkesin malumu ama ben o pencereden bakarak bunu söylemiyorum. Bizatihi kapitalistlerin kendisi sistemin tıkandığını sosyolojik olarak bir krizde olduklarını ifade ediyorlar. Bu blogta sistemin tıkandığına ve başka bir sistemin varlığına dikkat çekmek için çeşitli yönlerden tenkitler yazmaya niyetliyim. Bunu yaparken ileri sürdüğüm fikirlerin hiç birinin benim olmadığını üstüne basa basa söylüyorum. Fikirler bana ait değil ama yorumlar bana ait.
Mamafih bende yazılarımda batılı yazarlardan ara ara alıntılar yapıyorum. Bunun sebebi ise bazı gerçekleri vurgulamak. Bilindiği üzere gerek ekonomik üstünlükleri gerekse siyasi üstünlükleri yüzünden batı dünyası kendisi dışında kalan toplumları ve kültürleri yok sayma hatta aşağılama eğilimindedir. Ciddi bir kısmı da düşman olarak görüyor. Bu yüzden kendilerini eleştirdiklerinde ya da düşmanlarını övdüklerinde bunun daha ikna edici bir gerçek olacağını düşünüyorum. Her türk genci gibi bende gençliğimin ilk dönemlerini dünya klasiklerini okuyarak ya da "dahi" diye adlandırdıkları matematikçilerinin hikayelerini dinleyerek geçirdim. Ve korkunç bir ilizyon olarak İnsanlığın daha önce hiç erişemediği bir muasır medeniyetler seviyesinde olduğuna kandım. Daha fazla matematikçi daha fazla fizikçi ve daha fazla kimyacı ile bunu daha da ileri götürmek gerektiğine ikna oldum. Ve kendi toplumuma kendi ülkeme, kültürüme, tarihime karşı bu oryantalist bakış açısı ile bakar oldum. Sonuç kaçınılmaz olarak bir aşağılık duygusu içinde kıvranmak oldu. Kafamı buradan çekip çıkartması gerekenler ise yeni uydurdukları reformist dinleri ile oksidentalist bir bakış açısı ile batıyı olduğu gibi şeytanlaştıran ideolojiler ürettiler. Bütün ideolojiler gibi işe yaramaz ve etkisizdiler. Tüm ideolojileri işe yaramaz ve etkisiz olarak tanımladığımda haddimi aştığımı düşünebilirsiniz. Düşünün sorun değil. Fakat bu idelojik çeşitliğin için de faziletli tek bir toplum yaratılamamış olmasını unutmayın. Refah düzeyi yüksek ülkeleri faziletli ve halkının mutlu olduğu toplumlar addediyorsanız bir kez daha düşünün derim. Norveç, İsveç, ya da Amerika, kanada gibi ülkelerde faziletli bir toplum olduğunu düşünen insanlar gelir eşitsizliği, işsizlik ya da sürekli tekrarlanan ekonomik krizler gibi ekonomik veriler bir yana mutsuzluğun bir tezahürü olan anti-depresan ilaç kullanımı oranlarına ya da intihar oranlarına bir göz atabilirler. Ya da sadece yüzlerine bakabilirler. Fakat bu illüzyon onların ekmeği. Bu rüyayı globalleştirerek satmaya devam etmek zorundalar.
Globalleşme denilen sürecin aslında yeni bir sömürgeleştirme yöntemi olduğunu düşünüyorum. Bu fikri öne süren ve savunan sol, sosyalist, marksist, komünist akımlar zaten herkesin malumu ama ben o pencereden bakarak bunu söylemiyorum. Bizatihi kapitalistlerin kendisi sistemin tıkandığını sosyolojik olarak bir krizde olduklarını ifade ediyorlar. Bu blogta sistemin tıkandığına ve başka bir sistemin varlığına dikkat çekmek için çeşitli yönlerden tenkitler yazmaya niyetliyim. Bunu yaparken ileri sürdüğüm fikirlerin hiç birinin benim olmadığını üstüne basa basa söylüyorum. Fikirler bana ait değil ama yorumlar bana ait.
6 Temmuz 2018 Cuma
Homo Economicus ve Demokrasi
Homo Economicus ve Demokrasi
Homo economicus kavramı yalnızca kendi çıkarını düşünen ama bunu da becerebilen bir insan tanımıdır. Basitçe anlatmak gerekirse : Denek Murat adlı bir adamın önünde tamamen aynı kalite ve miktar iki şişe su olsa ve Murat ikisinin kesin olarak aynı olduğunu bilse ve biri 1 tl diğeri 2 tl olsa homo-economicus olan insan kesinlikle ucuz olanı yani 1 tl olanı alır. Günümüzde geçerli tüm ekonomik teoriler ve analizler bütün insanların homo economicus olduğunu var sayar. Bu varsayıma göre insanlar iktisadi kararları alma aşamasında kendileri için ne en iyisi ise bunu anlar-bilir ve uygular.
Bu kavram günümüzde yüksek sesle tartışılıyor. İnsanın yalnızca kendini düşünmediğini söyleyenler bir yana bence homo economicus kavramının en sorunlu yeri "mantıklı ya da akılcı " diye tanımlanan kararların ne olduğu? Mesele ilk örneğimizde Denek Murat eğer 2 tlik suyu satan, beğendiği bir karşı cins olursa pahalı olanı tercih edebilir. Hatta ihtiyacı ve dahi parası olmamasına rağmen 2 tl'lik suyu alabilir. Bu ise ekonomik olarak çok mantıksız bir karar. Ya da aşağıda linkini verdiğim bir köşe yazarı gibi yiyebileceğinden fazla tatlı alarak parasını çarçur edebilir. Ülkemizde hatırı sayılır miktar da ali dayı bir gecede tarla parasını yiyor. Bununla birlikte klasik iktisat tüm teorilerini bu varsayım üzerine kurmuştur. Son dönemde yine iktisatçılar arasında da bu kavramın varsayım ile ilgili yığınla eleştiri mevcut. Ben bu kavramın fazlası ile yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Konunun detaylı bir incelemesi şu linkte mevcut.
Benim esas değinmek istediğim nokta homo- economicus kavramı ve demokrasi arasında ki bağlantı. İktisatçılar bu kavramın iktisadi olayları tanımlamakta ki etkilerini tartışıyorlar ama sosyolojik etkilerini pek irdelemiyorlar. Demokrasi kavramı en azından günümüzde tüm bireylerin eşit oy hakkı ve daha bir çok katılım imkanı ile yönetimde söz sahibi olmasını ihtiva ediyor. Bu aslında bireylerin mantıklı tercihler yapacağı varsayan kavramın bir sonucu. Fakat gerçekte öyle mi ? Yani insanlar ya da ortak akıl her zaman en doğru ya da en faydalı olanı seçer mi ? İktisatçıların bir çoğu günümüzde bu soruya "hayır" cevabını veriyor. Öte yandan demokrasinin işlevselliği yüksek sesle sorgulanmıyor. Sorgulayanlar da küstahça , yukarıdan ve aristokratça sorguluyor. Yine temel de homo-economicus kavramını kullanıyor. Ama bir şartla ; yalnızca kendileri homo-economicus! Zenginler ya da çok başarılı insanlar doğal olarak kendilerini homo-economicus olarak görüyor. Zengin ol(a)mayan ya da başarısız olanlarla ile bir tutulmayı adaletsiz öngörüyor.
Fakat aslında bu kavram temelden tartışılırsa ve son 200 yıldır peşinen kabul görerek oluşturulan kurumlar ve kavramlarda dikkatli incelenirse başta demokrasi olmak üzere bir çok kurum ve teori ciddi manada tartışmalı hale gelecek. Fakat Demokrasi eleştirirken çok dikkatli olmakta fayda var. Demokrasinin alternatifi olarak diktaörlük ya da cunta yönetimlerini önermek, halkın aptal ve eğitimsiz olduğu ya da koyun sürüsü olduğu için oy hakkının ve yönetimde söz sahibi olmasının sakıncalı olduğunu söylemek durumuna düşmektense demokrasi hiç eleştirilmemeli! Demokrasiyi ancak daha insanı ve adil bir düzen arayışı noktasından hareket ederek tenkit etmek şarttır! Daha insani olmak ise öncelikle hiç bir insanı aşağılamadan , ötekileştirmeden, ayrışıtrmadan "İnsan" nedir diye sorarak ilerlenirse doğru bir yere varabilir.
İnsan herhangi bir mantık ya da fayda kategorisine sığmayacak kadar çok yönlü ve derindir. Farklılıklar bir yana çoğu zaman bencilce kendi aleyhine kararlar alır. Sevdiğim bir şiirin şu bölümü tam da bu noktayı vurguluyor:
Kendi çıkarlarının tersine kendi kendine
bir insan ne kadar tutumlu olabilir?
Küçük bir sızlanma yeterince irkiltici
mantıklı bir kavganın erdemi, cesur uyku
benim uykum bu, bölünebilir
(Necmi Zeka -Posta pulu)
Homo- economiscus kavramı bence modern yönetim yöntemlerinin de temelini oluşturuyor. En sığ hali ile demokrasi; ayrıcalıklı hiç bir kesimin olmadığı herkesin tamamen eşit olduğu bir sistem olarak anlatılmış olsa da , güya demokrasi ile yönetilen en yüksek ekonomik refah düzeyine sahip ülkelerin hepsinde monarşi hala güçlü biçimde hüküm sürüyor. Ayrıcalıklı ve veraset yolu ile güçlü olan bir çok aile de cabası. Belki monarşinin olmadığı Amerika örneği verilebilir ama gelir eşitsizliği ya da sosyal refahın bölüşümü konusunda çuvalladıkları bir sır değil. Ayrıca Amerikada da Bush ailesi Keneddy ailesi gibi ayrıcalıklı ailelerin varlığı ortada. Öte yandan oylarla değişmeyecek hatta halkın çoğunun bir haber olduğu bir müesses nizamın( müesses nizam: bürokrasiye yerleşmiş seçmenlerden bağımsız olarak savaş kararları alabilen yasalar çıkarabilen bir gürüh) varlığı da Trump'ın başkan seçilmesinden sonra iyice ayyuka çıktı. Bu nokta da aslında demokrasi oldukça homo-economiscus olan bir takım seçkinleri halk isyanından koruyan bir katalizör görevi görmektedir. Dahası tüm kaynaklarını sömürdükleri,parçaladıkları milletleri de kendi tercihleri( kendi seçtikleri liderler ve kendi kurumları ile !) ile sömürmeye devam etmelerinin de sinsi bir markası haline gelmiş olabilir. Bu kadar ince düşünüp bu sistemi kurabilecek kadar akıllı değiller elbette fakat bunu kullanabilecek kadar sinsi olabilirler. Bir iş adamı gibi bir fırsat gördüler ve sonuna kadar kullanıyorlar.
Peki demokrasi ve kapitalizm yokken ne vardı. Bir çok insan -özellikle yayıncılar ve bilim insanları- Dünya'nın demokrasi ve kapitalizm ile geliştiğini ve öncesinde ilkel ve oldukça mutsuz insanların yaşadığı bir yer olduğunu düşünür. Uzay çalışmalarını, atom bombalarını ya da telefon televizyon gibi teknolojik imkanları bir medeniyet göstergesi sayarlar. Halbuki medeniyet kelime manası olarak teknolojik ilerlemeyi değil insanların birbirine hoşgörülü olduğu, barış içinde kaynakların adil dağıldığı bir düzeni ifade eder. Sanayileşmenin Kültür Temelleri adlı kitabında ünlü iktisat tarihçisi John U. Nef ingilizce medeniyet anlamına gelen "civilization " kelimesinin etimolojik kökeni hakkında bilgi verir. İlk ve en kapsamlı bilginin 1776 sıralarında Marquis de Mirabeau'nun "L'Amy des Femmes ou Traite de la Civilisation" adlı eserinde şu şekilde geçtiğini yazıyor:
"Bir Halkın medeniyeti onun örf ve adetlerinin yumuşaması, şehirleşme, nezaket ve umumi ahlak ve adabın gözetilmesine ve kanunlaşmasına imkan verecek bir bilgi yayılması demektir. Bir cemiyet faziletli bir hayat yaratamazsa medeni olamaz. Ancak bütün unsurları ile yontulmuş, yumuşamış olan cemiyetlerde insaniyet fikri doğabilir."
Bu tanım batı Avrupa'da yüzlerce yıl süren kanlı savaşların ve yıkımların ardından edinilmiş tecrübelerin bir tezahürü. Fakat 200 yıl sonra ardılları medeniyete oldukça materyalist ve dar bir bakış açısı ile zenginlik ve teknolojik gelişme manası yüklediler.
Yıllar önce coğrafya okuyan bir arkadaşımdan Tournefort Seyahatnamesi isimli bir kitap almıştım. Joseph de Tournefort isimli bir gezgin ve doğa bilimci tarafından yazılan bu kitap ise vatanı olan Fransa'ya gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Mektuplar hiç sevmediği ve oldukça barbar bulduğu Anadolu insanları hakkında gözlemlerini içermekte. Bir yanı ile de 18. yüzyüyılın ilk yarısının bir fotoğrafı niteliğinde. Kitabın editörü Stefanos Yerasimos özellikle yönetim biçimi ve halkın yaşayışı ile ilgili bilgilerin daha önce bir çok seyyah tarafından aktarılanlarla aynı bilgiler olduğunu en başta belirtmiş. Bu da aktaracağım kısımın tek birinin ya da tek bir zamanı diliminin değil epey uzun zamandır var olan ve eleştirel bir bakış açısı ile bakıldığında bile hakkı teslim edilen gerçeklikler olduğunu ortaya koyuyor.
Aşağıda ki bölüm 14. mektuptan.
"Türkiye de ne dilenci ne para isteyen kimse vardır.Çünkü onların tüm gereksinimleri karşılanır. Varlıklı kimseler hapishanelere giderek borç nedeni ile hapse düşen kişileri kurtarır. Çekingen yoksullara titizlikle yardım edilir. Yangın yüzünden perişan olan bir çok ailenin yardımlarla ev sahibi oldukları görülür! Bunun için felakete uğrayan insanların camilerin kapısına gelmeleri yeterde artar. Acılı insanları teselli etmek için evlerine gidilir. Vebalı hastalar komşularının kesesinden ve tekkelerin kaynaklarından yardım alır. Lewenklaw'ın (alman gezgin) da vurguladığı gibi , Türkler merhametlerine sınır koymazlar. Büyük yolların onarılması , geçenlerin serinletilmesi amacıyla çeşmelerin yaptırılması için paralarını harcarlar; hastaneler ,hanlar, hamamlar,köprüler, camiler yaptırırlar. "
Bir kaç paragraf sonrası şu bölüm yine 14. mektuptan,
"Yardımseverlik ve ahiret aşkı İslam dininin en temek noktaları olduğundan, büyük yollar genellikle bakımlıdır. abdest alabilmeleri için su gerektiğinden buralarda sık sık su kaynaklarına rastlanır. Yoksul kişiler suların getirilmesine katkıda bulunurken, halleri vakitleri biraz daha iyi olanlar kaldırımları yaptırırlar. Büyük yollarda köprüler yaptırmak için komşuları ile işbirliği yapar, varlıkları oranında kamu mallarına katkıda bulunurlar. İşçiler bedenen çalışırlar ve bu tür yapılar için ücret ödemeden duvarcılar, vasıfsız işliler çalıştırılır. Köylerdeki evlerin kapıları önünde yolcuların içmesi için su testileri bulunur. Kimi iyi Müslümanlar büyük yolların kenarına yaptırdıkları bir çeşit gölgeliğe yerleşerek sıcak yaz günlerinde gelen geçen yorgun kişileri dinlendirip serinletmekten başka işle uğraşmazlar. Yardımseverlik düşüncesi öylesine yaygınlaşmıştır ki , Türkler arasında pek az görünmekle birlikte , dilenciler bile fazla paralarını yoksullara verme zorunluluğu duyarlar; bunlar , yardımseverliği ya da daha doğrusu kendini gösterme merakını abartarak, gereksinim fazlası paralarını ekmeklerini ve yiyeceklerini, bunları satın almada hiç bir güçlükle karşılaşmayan ve rahat yaşayan kişilere vererek erdemlerinin ne kadar üst düzeyde olduğunu onlara kanıtlamak isterler."
" Müslümanların yardımseverliği hayvanları bitkileri, ölüleri bile kapsar. Bunun Allah'a hoş geleceğine, çünkü aklını kullanmak isteyen insanın hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmeyeceğine inanırlar; akılları olmayan hayvanlar ise içgüdüleri ile hareket ederek , çoğunlukla yaşamlarını pahasına yiyecek ararken tehlikelerle karşı karşıya kalırlar. Kentlerde, sokakların başlarında köpeklere atmak için et satılır: Türkler yardımseverlik gereği olarak köpeklerin yaralarını, özellikle ömürlerinin sonuna doğru çok bakımsız kalan bu hayvanların uyuzlarını tedavi ederler. Bazı iyi yürekli sofu kişiler hayvanların rahat yatması ya da yeni doğum yapan köpeklerin rahat etmesi amacıyla saman getirirler; kimileri doğuran köpeğin yavrularıyla kapalı bir yerde yaşaması için kulübeler yapar. Haftanın bazı günlerinde köpek ve kedileri beslemek için , iyi hazırlanmış vasiyetnamelerde kurulmuş vakıfların bulunduğuna inanmakta güçlük çektik.; ne var ki bu olağan bir durum: İstanbul 'da , vasiyetname sahiplerinin vasiyetinin yerine gelmesi amacıyla köşe başlarında hayvanlara yiyecek vermeleri için bazı kimselere para öderler. Çoğu kasap ve fırıncı bu amaçla kullanılmak üzere küçük paralar ayırır.Türkler çok yardımsever olmakla birlikte köpeklerden nefret ederler ve onların evlerinde bulundurmaktan hoşlanmazlar; veba salgını çıktığında,bu pis hayvanların etrafa mikrop saçtıklarına inandıklarından, önlerine çıkan bütün köpekleri öldürürler.
" Buna karşılık köpekleri delişmen , hercai bulmaları karşın kedileri hem doğal temizliklerinden hem de ağırbaşlılıkları nedeni ile kedileri sempatik bulurlar."
Yukarıda anlatılan Anadolu 1700 yılların sonlarında yapılan medeniyet tanımına ne kadar uyuyor değil mi ? Mirabeau'nun dediğini hatırlayalım:Bir cemiyet faziletli bir toplum yaratmazsa medeni olamaz. Batı Avrupa'da henüz medeniyet tanımı yapılmamışken yaşanan bu medeniyetin nereden geldiğini anlamak için daha önce civilization kelimesinin kökenine indiğimiz gibi Türkçe "Medeniyet" kelimesinin de kökenine inmek gerekir. Bizim kültürümüze medeniyet kelimesi 600 (altıyüz) 'lü yılların sonunda yani yaklaşık 1100 (bin yüz )yıl önce girmiştir ve Medineli olmak demektir. ...
Yazıyı buraya kadar okuyanlar E demokrasiyi eleştiriyorsun , monarşiyi, diktatörlüğü, eleştiriyorsun peki ne öneriyorsun diye sorabilirler. Bu yazı cevap vermeye çalışmaktan çok soru sorma amacı ile yazıldı. Tabi ki bir cevabım ve görüşüm var. Fakat soruların daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak yine ve tekrar söylüyorum!
Başka bir yol daha var!
Yararlanılan Kaynaklar :
- http://www.iktisadiyat.com/2010/09/12/bir-iktisadi-sistem-olarak-islam/ -Ekrem Cunedioğlu-
-https://www.huffingtonpost.co.uk/ioan-marc-jones/terrible-economic-theory_b_6803380.html?guccounter=1
- https://www.youtube.com/watch?v=iqKdEhx-dD4- Isolation - Mind Field
-Tournefort seyahatnamesi - Kitap Yayınevi- ilgili bölüm 14. mektup sf : 60
-Sanayileşmenin Kültür Temelleri- John U. Nef - 1000 temel eser Devlet Kitapları.
-TARTIŞILAN BOYUTLARIYLA “HOMO ECONOMICUS” “HOMO ECONOMICUS” WITH ITS DIMENSIONS UNDER DISCUSSION
Prof Dr. Hüseyin AKYILDIZ•
Homo economicus kavramı yalnızca kendi çıkarını düşünen ama bunu da becerebilen bir insan tanımıdır. Basitçe anlatmak gerekirse : Denek Murat adlı bir adamın önünde tamamen aynı kalite ve miktar iki şişe su olsa ve Murat ikisinin kesin olarak aynı olduğunu bilse ve biri 1 tl diğeri 2 tl olsa homo-economicus olan insan kesinlikle ucuz olanı yani 1 tl olanı alır. Günümüzde geçerli tüm ekonomik teoriler ve analizler bütün insanların homo economicus olduğunu var sayar. Bu varsayıma göre insanlar iktisadi kararları alma aşamasında kendileri için ne en iyisi ise bunu anlar-bilir ve uygular.
Bu kavram günümüzde yüksek sesle tartışılıyor. İnsanın yalnızca kendini düşünmediğini söyleyenler bir yana bence homo economicus kavramının en sorunlu yeri "mantıklı ya da akılcı " diye tanımlanan kararların ne olduğu? Mesele ilk örneğimizde Denek Murat eğer 2 tlik suyu satan, beğendiği bir karşı cins olursa pahalı olanı tercih edebilir. Hatta ihtiyacı ve dahi parası olmamasına rağmen 2 tl'lik suyu alabilir. Bu ise ekonomik olarak çok mantıksız bir karar. Ya da aşağıda linkini verdiğim bir köşe yazarı gibi yiyebileceğinden fazla tatlı alarak parasını çarçur edebilir. Ülkemizde hatırı sayılır miktar da ali dayı bir gecede tarla parasını yiyor. Bununla birlikte klasik iktisat tüm teorilerini bu varsayım üzerine kurmuştur. Son dönemde yine iktisatçılar arasında da bu kavramın varsayım ile ilgili yığınla eleştiri mevcut. Ben bu kavramın fazlası ile yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Konunun detaylı bir incelemesi şu linkte mevcut.
Benim esas değinmek istediğim nokta homo- economicus kavramı ve demokrasi arasında ki bağlantı. İktisatçılar bu kavramın iktisadi olayları tanımlamakta ki etkilerini tartışıyorlar ama sosyolojik etkilerini pek irdelemiyorlar. Demokrasi kavramı en azından günümüzde tüm bireylerin eşit oy hakkı ve daha bir çok katılım imkanı ile yönetimde söz sahibi olmasını ihtiva ediyor. Bu aslında bireylerin mantıklı tercihler yapacağı varsayan kavramın bir sonucu. Fakat gerçekte öyle mi ? Yani insanlar ya da ortak akıl her zaman en doğru ya da en faydalı olanı seçer mi ? İktisatçıların bir çoğu günümüzde bu soruya "hayır" cevabını veriyor. Öte yandan demokrasinin işlevselliği yüksek sesle sorgulanmıyor. Sorgulayanlar da küstahça , yukarıdan ve aristokratça sorguluyor. Yine temel de homo-economicus kavramını kullanıyor. Ama bir şartla ; yalnızca kendileri homo-economicus! Zenginler ya da çok başarılı insanlar doğal olarak kendilerini homo-economicus olarak görüyor. Zengin ol(a)mayan ya da başarısız olanlarla ile bir tutulmayı adaletsiz öngörüyor.
Fakat aslında bu kavram temelden tartışılırsa ve son 200 yıldır peşinen kabul görerek oluşturulan kurumlar ve kavramlarda dikkatli incelenirse başta demokrasi olmak üzere bir çok kurum ve teori ciddi manada tartışmalı hale gelecek. Fakat Demokrasi eleştirirken çok dikkatli olmakta fayda var. Demokrasinin alternatifi olarak diktaörlük ya da cunta yönetimlerini önermek, halkın aptal ve eğitimsiz olduğu ya da koyun sürüsü olduğu için oy hakkının ve yönetimde söz sahibi olmasının sakıncalı olduğunu söylemek durumuna düşmektense demokrasi hiç eleştirilmemeli! Demokrasiyi ancak daha insanı ve adil bir düzen arayışı noktasından hareket ederek tenkit etmek şarttır! Daha insani olmak ise öncelikle hiç bir insanı aşağılamadan , ötekileştirmeden, ayrışıtrmadan "İnsan" nedir diye sorarak ilerlenirse doğru bir yere varabilir.
İnsan herhangi bir mantık ya da fayda kategorisine sığmayacak kadar çok yönlü ve derindir. Farklılıklar bir yana çoğu zaman bencilce kendi aleyhine kararlar alır. Sevdiğim bir şiirin şu bölümü tam da bu noktayı vurguluyor:
Kendi çıkarlarının tersine kendi kendine
bir insan ne kadar tutumlu olabilir?
Küçük bir sızlanma yeterince irkiltici
mantıklı bir kavganın erdemi, cesur uyku
benim uykum bu, bölünebilir
(Necmi Zeka -Posta pulu)
Homo- economiscus kavramı bence modern yönetim yöntemlerinin de temelini oluşturuyor. En sığ hali ile demokrasi; ayrıcalıklı hiç bir kesimin olmadığı herkesin tamamen eşit olduğu bir sistem olarak anlatılmış olsa da , güya demokrasi ile yönetilen en yüksek ekonomik refah düzeyine sahip ülkelerin hepsinde monarşi hala güçlü biçimde hüküm sürüyor. Ayrıcalıklı ve veraset yolu ile güçlü olan bir çok aile de cabası. Belki monarşinin olmadığı Amerika örneği verilebilir ama gelir eşitsizliği ya da sosyal refahın bölüşümü konusunda çuvalladıkları bir sır değil. Ayrıca Amerikada da Bush ailesi Keneddy ailesi gibi ayrıcalıklı ailelerin varlığı ortada. Öte yandan oylarla değişmeyecek hatta halkın çoğunun bir haber olduğu bir müesses nizamın( müesses nizam: bürokrasiye yerleşmiş seçmenlerden bağımsız olarak savaş kararları alabilen yasalar çıkarabilen bir gürüh) varlığı da Trump'ın başkan seçilmesinden sonra iyice ayyuka çıktı. Bu nokta da aslında demokrasi oldukça homo-economiscus olan bir takım seçkinleri halk isyanından koruyan bir katalizör görevi görmektedir. Dahası tüm kaynaklarını sömürdükleri,parçaladıkları milletleri de kendi tercihleri( kendi seçtikleri liderler ve kendi kurumları ile !) ile sömürmeye devam etmelerinin de sinsi bir markası haline gelmiş olabilir. Bu kadar ince düşünüp bu sistemi kurabilecek kadar akıllı değiller elbette fakat bunu kullanabilecek kadar sinsi olabilirler. Bir iş adamı gibi bir fırsat gördüler ve sonuna kadar kullanıyorlar.
Peki demokrasi ve kapitalizm yokken ne vardı. Bir çok insan -özellikle yayıncılar ve bilim insanları- Dünya'nın demokrasi ve kapitalizm ile geliştiğini ve öncesinde ilkel ve oldukça mutsuz insanların yaşadığı bir yer olduğunu düşünür. Uzay çalışmalarını, atom bombalarını ya da telefon televizyon gibi teknolojik imkanları bir medeniyet göstergesi sayarlar. Halbuki medeniyet kelime manası olarak teknolojik ilerlemeyi değil insanların birbirine hoşgörülü olduğu, barış içinde kaynakların adil dağıldığı bir düzeni ifade eder. Sanayileşmenin Kültür Temelleri adlı kitabında ünlü iktisat tarihçisi John U. Nef ingilizce medeniyet anlamına gelen "civilization " kelimesinin etimolojik kökeni hakkında bilgi verir. İlk ve en kapsamlı bilginin 1776 sıralarında Marquis de Mirabeau'nun "L'Amy des Femmes ou Traite de la Civilisation" adlı eserinde şu şekilde geçtiğini yazıyor:
"Bir Halkın medeniyeti onun örf ve adetlerinin yumuşaması, şehirleşme, nezaket ve umumi ahlak ve adabın gözetilmesine ve kanunlaşmasına imkan verecek bir bilgi yayılması demektir. Bir cemiyet faziletli bir hayat yaratamazsa medeni olamaz. Ancak bütün unsurları ile yontulmuş, yumuşamış olan cemiyetlerde insaniyet fikri doğabilir."
Bu tanım batı Avrupa'da yüzlerce yıl süren kanlı savaşların ve yıkımların ardından edinilmiş tecrübelerin bir tezahürü. Fakat 200 yıl sonra ardılları medeniyete oldukça materyalist ve dar bir bakış açısı ile zenginlik ve teknolojik gelişme manası yüklediler.
Yıllar önce coğrafya okuyan bir arkadaşımdan Tournefort Seyahatnamesi isimli bir kitap almıştım. Joseph de Tournefort isimli bir gezgin ve doğa bilimci tarafından yazılan bu kitap ise vatanı olan Fransa'ya gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Mektuplar hiç sevmediği ve oldukça barbar bulduğu Anadolu insanları hakkında gözlemlerini içermekte. Bir yanı ile de 18. yüzyüyılın ilk yarısının bir fotoğrafı niteliğinde. Kitabın editörü Stefanos Yerasimos özellikle yönetim biçimi ve halkın yaşayışı ile ilgili bilgilerin daha önce bir çok seyyah tarafından aktarılanlarla aynı bilgiler olduğunu en başta belirtmiş. Bu da aktaracağım kısımın tek birinin ya da tek bir zamanı diliminin değil epey uzun zamandır var olan ve eleştirel bir bakış açısı ile bakıldığında bile hakkı teslim edilen gerçeklikler olduğunu ortaya koyuyor.
Aşağıda ki bölüm 14. mektuptan.
"Türkiye de ne dilenci ne para isteyen kimse vardır.Çünkü onların tüm gereksinimleri karşılanır. Varlıklı kimseler hapishanelere giderek borç nedeni ile hapse düşen kişileri kurtarır. Çekingen yoksullara titizlikle yardım edilir. Yangın yüzünden perişan olan bir çok ailenin yardımlarla ev sahibi oldukları görülür! Bunun için felakete uğrayan insanların camilerin kapısına gelmeleri yeterde artar. Acılı insanları teselli etmek için evlerine gidilir. Vebalı hastalar komşularının kesesinden ve tekkelerin kaynaklarından yardım alır. Lewenklaw'ın (alman gezgin) da vurguladığı gibi , Türkler merhametlerine sınır koymazlar. Büyük yolların onarılması , geçenlerin serinletilmesi amacıyla çeşmelerin yaptırılması için paralarını harcarlar; hastaneler ,hanlar, hamamlar,köprüler, camiler yaptırırlar. "
Bir kaç paragraf sonrası şu bölüm yine 14. mektuptan,
"Yardımseverlik ve ahiret aşkı İslam dininin en temek noktaları olduğundan, büyük yollar genellikle bakımlıdır. abdest alabilmeleri için su gerektiğinden buralarda sık sık su kaynaklarına rastlanır. Yoksul kişiler suların getirilmesine katkıda bulunurken, halleri vakitleri biraz daha iyi olanlar kaldırımları yaptırırlar. Büyük yollarda köprüler yaptırmak için komşuları ile işbirliği yapar, varlıkları oranında kamu mallarına katkıda bulunurlar. İşçiler bedenen çalışırlar ve bu tür yapılar için ücret ödemeden duvarcılar, vasıfsız işliler çalıştırılır. Köylerdeki evlerin kapıları önünde yolcuların içmesi için su testileri bulunur. Kimi iyi Müslümanlar büyük yolların kenarına yaptırdıkları bir çeşit gölgeliğe yerleşerek sıcak yaz günlerinde gelen geçen yorgun kişileri dinlendirip serinletmekten başka işle uğraşmazlar. Yardımseverlik düşüncesi öylesine yaygınlaşmıştır ki , Türkler arasında pek az görünmekle birlikte , dilenciler bile fazla paralarını yoksullara verme zorunluluğu duyarlar; bunlar , yardımseverliği ya da daha doğrusu kendini gösterme merakını abartarak, gereksinim fazlası paralarını ekmeklerini ve yiyeceklerini, bunları satın almada hiç bir güçlükle karşılaşmayan ve rahat yaşayan kişilere vererek erdemlerinin ne kadar üst düzeyde olduğunu onlara kanıtlamak isterler."
" Müslümanların yardımseverliği hayvanları bitkileri, ölüleri bile kapsar. Bunun Allah'a hoş geleceğine, çünkü aklını kullanmak isteyen insanın hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmeyeceğine inanırlar; akılları olmayan hayvanlar ise içgüdüleri ile hareket ederek , çoğunlukla yaşamlarını pahasına yiyecek ararken tehlikelerle karşı karşıya kalırlar. Kentlerde, sokakların başlarında köpeklere atmak için et satılır: Türkler yardımseverlik gereği olarak köpeklerin yaralarını, özellikle ömürlerinin sonuna doğru çok bakımsız kalan bu hayvanların uyuzlarını tedavi ederler. Bazı iyi yürekli sofu kişiler hayvanların rahat yatması ya da yeni doğum yapan köpeklerin rahat etmesi amacıyla saman getirirler; kimileri doğuran köpeğin yavrularıyla kapalı bir yerde yaşaması için kulübeler yapar. Haftanın bazı günlerinde köpek ve kedileri beslemek için , iyi hazırlanmış vasiyetnamelerde kurulmuş vakıfların bulunduğuna inanmakta güçlük çektik.; ne var ki bu olağan bir durum: İstanbul 'da , vasiyetname sahiplerinin vasiyetinin yerine gelmesi amacıyla köşe başlarında hayvanlara yiyecek vermeleri için bazı kimselere para öderler. Çoğu kasap ve fırıncı bu amaçla kullanılmak üzere küçük paralar ayırır.Türkler çok yardımsever olmakla birlikte köpeklerden nefret ederler ve onların evlerinde bulundurmaktan hoşlanmazlar; veba salgını çıktığında,bu pis hayvanların etrafa mikrop saçtıklarına inandıklarından, önlerine çıkan bütün köpekleri öldürürler.
" Buna karşılık köpekleri delişmen , hercai bulmaları karşın kedileri hem doğal temizliklerinden hem de ağırbaşlılıkları nedeni ile kedileri sempatik bulurlar."
Yukarıda anlatılan Anadolu 1700 yılların sonlarında yapılan medeniyet tanımına ne kadar uyuyor değil mi ? Mirabeau'nun dediğini hatırlayalım:Bir cemiyet faziletli bir toplum yaratmazsa medeni olamaz. Batı Avrupa'da henüz medeniyet tanımı yapılmamışken yaşanan bu medeniyetin nereden geldiğini anlamak için daha önce civilization kelimesinin kökenine indiğimiz gibi Türkçe "Medeniyet" kelimesinin de kökenine inmek gerekir. Bizim kültürümüze medeniyet kelimesi 600 (altıyüz) 'lü yılların sonunda yani yaklaşık 1100 (bin yüz )yıl önce girmiştir ve Medineli olmak demektir. ...
Yazıyı buraya kadar okuyanlar E demokrasiyi eleştiriyorsun , monarşiyi, diktatörlüğü, eleştiriyorsun peki ne öneriyorsun diye sorabilirler. Bu yazı cevap vermeye çalışmaktan çok soru sorma amacı ile yazıldı. Tabi ki bir cevabım ve görüşüm var. Fakat soruların daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak yine ve tekrar söylüyorum!
Başka bir yol daha var!
Yararlanılan Kaynaklar :
- http://www.iktisadiyat.com/2010/09/12/bir-iktisadi-sistem-olarak-islam/ -Ekrem Cunedioğlu-
-https://www.huffingtonpost.co.uk/ioan-marc-jones/terrible-economic-theory_b_6803380.html?guccounter=1
- https://www.youtube.com/watch?v=iqKdEhx-dD4- Isolation - Mind Field
-Tournefort seyahatnamesi - Kitap Yayınevi- ilgili bölüm 14. mektup sf : 60
-Sanayileşmenin Kültür Temelleri- John U. Nef - 1000 temel eser Devlet Kitapları.
-TARTIŞILAN BOYUTLARIYLA “HOMO ECONOMICUS” “HOMO ECONOMICUS” WITH ITS DIMENSIONS UNDER DISCUSSION
Prof Dr. Hüseyin AKYILDIZ•
3 Temmuz 2018 Salı
İşçi ve İşveren İlişkisi Üzerine
İşçi ve İşveren İlişkisi Üzerine
Temel olarak karşılıklı anlaşma sonrasında işçi bir emek sunar ve işveren bir ücret öder. Bu emek fiziksel çalışma da olabilir fikri bir çalışma da olabilir. İşveren bu emeği belli bir ücret karşılığında satın alır. Sonra bu emeğin ürününü ya kullanır ya da satar. İşçi'ye ödediği para eğer satacaksa sattığı fiyattan az olmalıdır ki işçi'den emek talep etmeye devam etsin. Eğer kullanacaksa (yani terzi, ayakkabı boyacısı, tesisatçı vs.) işçi bir ücret talep eder işveren belli veriler üzerinden bir kıyas yapar kabul eder ve ya etmez.
Yani işçiliğin iki türü vardır:
Birincisi bir patrona çalışmak ve kar-zarar gibi durumlarla ilgilenmeden emeğini arz etmek.
İkincisi kendine çalışarak kar- zarar gibi durumlarda risk almak. Bu seçenekte işveren aynı zaman da müşteridir. İşçi de aynı zamanda patron.Buna serbest meslek meslek denir. Serbest meslekte ki işçiler teoride Şunları kendi belirleyebilir:
- Çalışma saatleri
- Ücret
Fakat pratikte bunları belirlerken -eğer para kazanmak istiyorsa- bir çok kısıtlama ile karşılaşır.
Örneğin bir terzi düşünelim adı Cahid olsun. Cahid paça düzeltme işi için bir fiyat belirlediğinde bu diğer terzilerin fiyatlarından etkilenir. Ortalama olarak piyasa da paça yapma ücretleri 10 tl ise bu Cahid 20 tl fiyat koyamaz. Teoride koyabilir ama pratikte 20 tl yaparsa kimse paça yapma işini bu Cahid'e vermez. Fakat yine de istemediği işi almayabilir işini belki geceye bırakabilir ya da erkenden kapatıp evine gidebilir. Yani yine de kendi kendinin patronudur ve patron baskısı yoktur.
Peki Cahit neden terzilik yapma yerine bir tekstil şirketinde işçi olarak çalışır ?
Geçenler de bir esnaf ile böyle bir muhabbetimiz oldu. Neredeyse 20 yıldır işlettiği bir camcı dükkanı var. Dükkanı epey büyük ve köklü sayılır. Fakat bir kaç borcu olduğundan bahsetti ve borçlarımı öder ödemez kapatacağım abi uğraşılmıyor girip bir yerde çalışırım dedi. En azından maaş günün belli sigortan yatar diye de ekledi. Daha da farklı örnekleri var. Kafan rahat olur sigortan olur gibi nedenlerle serbest meslek ile uğraşmak istemeyen bir çok esnaf tanıyorum. Yüksek vergiler daha doğrusu çok çeşitli vergiler de bu kararların alınmasında etkili oluyor sanırım. Stopaj vergisi katma değer vergisi (KDV) gibi vergiler küçük esnaf için külfet oluşturuyor. Savunulacak bir yani yok sonuçta bir çeşit hırsızlık ama bu yüksek vergiler yüzünden kirayı düşük gösterme ya da faturasız ticaret ile bu vergilerden kurtulmaya çalışıyor esnafın neredeyse tamamı. Konuyu kapsamından çıkarmamak için bu noktada daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim.
Terzi cahit veya Bizim Camcı gibi aslında serbest meslek sahibi olan bir çok insan işçi olmayı göze alırken bir çok işçi de kendi kendisinin patronu olduğu bir işin hayalini kuruyor.
Peki işçi olmak nasıldır ?
Eğer çalıştığınız yer küçük bir yerse ve çalışan sayısı 3-4 ise işiniz zor. Mesai kavramı iş bitene kadardır. Maaşınız ise yine asgari ücret. Üstelik işiniz yani iş tanımınız ne iş olsa yapacak diye yazılmıştır. Müşterilere çay ikram eden bir muhasebeci olabilirsiniz. Emeğiniz talep edilirken burası senin de dükkanın denir ama ücret öderken ya da yıllar sonra işten çıkarken aslında hiç sizin olmadığını anlarsınız. Eğer 5'ten daha fazla çalışan var ise biraz daha rahat olma şansınız vardır. Çalışan sayısı arttıkça şirkette roller daha keskinleşir.Mesai saatleri de keza öyle. Tabi yine de sizden fazla mesai istenirse hayır diyemezsiniz. Eğer fazla mesai ücreti ödemezlerse de çok göze batmamalısınız.
2010 yılında 6 ay kadar Sevenhill tekstil mağazasında part-time olarak çalıştım. Günde 4 saat çalışacağımı konuşarak işe girdim. Aylık maaşım 300 tl artı prim olacaktı. Fakat ilk gün Full çalışmam gerektiği söylendi. Bunun anlamı sabah 10 akşam 10 çalışmaktı. Gençtim çok umursamadım ve çalıştım. Bir ara günde 4 saat çalışmak için girdiğim işte uykusuz ve aralıksız 36 saat çalıştım! Sorun çıkarmadım iş evime yakındı hem bu bir kerelik bir şeydi. Fakat ücretim artmadı. Karşı çıkmak ben mesaimi doldurdum demek aslında işten atılma ile ya da ciddi bir mobbinge(Mobbing ya da bezdiri, bir grup insanın, bir kimseye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yapması. Latince kökenli sözcük; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamlarına gelir) maruz kalmak için davetiye çıkarmak anlamına geliyordu. Özellikle insanların sistematik olarak borçlanmaya teşvik edildiği bu günlerde işten çıkarılmak bir çok insan için kötü bir durum oluşturmaktadır.
Bu nokta da işçileri patronların ya da müdürlerin şerrinden korumak için sendikalaşma seçeneği güçlü bir seçenektir. Tabi sendikalaşma ancak belli bir çalışan sayısı olan işletmelerde mümkün. Ve sol tandanslı partonlar tarafından bile hoş görülmez. :)
Tabi ki bütün patronlar ya da müdürler kötü değildir. Hepsinin kötü olduğunu düşünerek sermaye sahipliğini yok etmek ne kadar mantıksız ise hepsinin iyi olduğunu düşünerek işçilerin hassas durumlarını yok saymak da o kadar mantıksız. Fakat ne kadar güçlü düzenlemeler yaparsanız yapın eğer patron, yönetici, müdür bir işçiye hayatı zindan etmek isterse edebilir. Belki sendikal bir dayanışmanın için de olan işçisinin ücretini kesemez ya da fazla mesai yaptıramaz. Ama ağır işlere koşabilir, imkanlarını azaltabilir hatta çok zorlanırsa kapatıp gidebilir.
İşçi de eğer isterse patronuna zarar verebilir tabi. İşten çıkmadan hatta göze batmadan. Tanıdığım bir sevkıyat şoförü eski şirketinde patronun "gıcık" hareketlerini anlattıktan sonra şimdi ben bu adamın arabasını sürerken kavisler de yavaşlar mıyım ? demişti. Yönetmelikler, kanunlar sıkı denetlense bile işçiyi ve ya çok istisna durumlarda da olsa işvereni bir yere kadar koruyabilir. Tamamen sistemi değiştirseniz bile...
Budapeşte de bir yıl öğrenim gördüm aldığım derslerden bir tanesi "Sosyalizm sonrası ekonomilerde geçiş süreci" adında bir dersti. Macaristan da bir zamanların sosyalist ülkesi. Dersi veren öğretim görevlisine para hiç yok muydu gerçekten insanlar tamamen eşit miydi? diye sordum cevaben şöyle bir şey anlatmıştı:
" En rahat yaşayanlar manavlardı. Herkese belli miktarlarda sebze-meyve dağıtılırdı. Karne ile hakkınız olanı alırdınız. Ama manav kimi daha çok seviyorsa ya da kim manava daha çok sevgisini gösterirse o en taze olanları alabilirdi. Görece daha çürük daha az tatlı olanlar manavın daha az sevdiklerine giderdi. Tabi manav da diğer dağıtım görevlilerini otomatik olarak severdi.Mesela ekmek sorumlusu, ya da araba dağıtan adamı vs. Bu bir karşılıklı çıkar ilişkisiydi ve para olmasa bile zenginlik mümkündü."
Aslında esas sorun ahlak. Sistemi ne kadar mükemmel kurarsanız kurun eğer insanlar buna uymakta direnirse işlemez. Ama eğer insanlara bir ahlak disiplini verirseniz. En azından hırsızlık adam kayırma haksızlık yapanlar tarafından bile ayıp ve gizli kalması gereken bir şey olursa kötü bir sistem bile iyi işler.
Kapitalizm ve ya komünizmden başka bir yol var !
Temel olarak karşılıklı anlaşma sonrasında işçi bir emek sunar ve işveren bir ücret öder. Bu emek fiziksel çalışma da olabilir fikri bir çalışma da olabilir. İşveren bu emeği belli bir ücret karşılığında satın alır. Sonra bu emeğin ürününü ya kullanır ya da satar. İşçi'ye ödediği para eğer satacaksa sattığı fiyattan az olmalıdır ki işçi'den emek talep etmeye devam etsin. Eğer kullanacaksa (yani terzi, ayakkabı boyacısı, tesisatçı vs.) işçi bir ücret talep eder işveren belli veriler üzerinden bir kıyas yapar kabul eder ve ya etmez.
Yani işçiliğin iki türü vardır:
Birincisi bir patrona çalışmak ve kar-zarar gibi durumlarla ilgilenmeden emeğini arz etmek.
İkincisi kendine çalışarak kar- zarar gibi durumlarda risk almak. Bu seçenekte işveren aynı zaman da müşteridir. İşçi de aynı zamanda patron.Buna serbest meslek meslek denir. Serbest meslekte ki işçiler teoride Şunları kendi belirleyebilir:
- Çalışma saatleri
- Ücret
Fakat pratikte bunları belirlerken -eğer para kazanmak istiyorsa- bir çok kısıtlama ile karşılaşır.
Örneğin bir terzi düşünelim adı Cahid olsun. Cahid paça düzeltme işi için bir fiyat belirlediğinde bu diğer terzilerin fiyatlarından etkilenir. Ortalama olarak piyasa da paça yapma ücretleri 10 tl ise bu Cahid 20 tl fiyat koyamaz. Teoride koyabilir ama pratikte 20 tl yaparsa kimse paça yapma işini bu Cahid'e vermez. Fakat yine de istemediği işi almayabilir işini belki geceye bırakabilir ya da erkenden kapatıp evine gidebilir. Yani yine de kendi kendinin patronudur ve patron baskısı yoktur.
Peki Cahit neden terzilik yapma yerine bir tekstil şirketinde işçi olarak çalışır ?
Geçenler de bir esnaf ile böyle bir muhabbetimiz oldu. Neredeyse 20 yıldır işlettiği bir camcı dükkanı var. Dükkanı epey büyük ve köklü sayılır. Fakat bir kaç borcu olduğundan bahsetti ve borçlarımı öder ödemez kapatacağım abi uğraşılmıyor girip bir yerde çalışırım dedi. En azından maaş günün belli sigortan yatar diye de ekledi. Daha da farklı örnekleri var. Kafan rahat olur sigortan olur gibi nedenlerle serbest meslek ile uğraşmak istemeyen bir çok esnaf tanıyorum. Yüksek vergiler daha doğrusu çok çeşitli vergiler de bu kararların alınmasında etkili oluyor sanırım. Stopaj vergisi katma değer vergisi (KDV) gibi vergiler küçük esnaf için külfet oluşturuyor. Savunulacak bir yani yok sonuçta bir çeşit hırsızlık ama bu yüksek vergiler yüzünden kirayı düşük gösterme ya da faturasız ticaret ile bu vergilerden kurtulmaya çalışıyor esnafın neredeyse tamamı. Konuyu kapsamından çıkarmamak için bu noktada daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim.
Terzi cahit veya Bizim Camcı gibi aslında serbest meslek sahibi olan bir çok insan işçi olmayı göze alırken bir çok işçi de kendi kendisinin patronu olduğu bir işin hayalini kuruyor.
Peki işçi olmak nasıldır ?
Eğer çalıştığınız yer küçük bir yerse ve çalışan sayısı 3-4 ise işiniz zor. Mesai kavramı iş bitene kadardır. Maaşınız ise yine asgari ücret. Üstelik işiniz yani iş tanımınız ne iş olsa yapacak diye yazılmıştır. Müşterilere çay ikram eden bir muhasebeci olabilirsiniz. Emeğiniz talep edilirken burası senin de dükkanın denir ama ücret öderken ya da yıllar sonra işten çıkarken aslında hiç sizin olmadığını anlarsınız. Eğer 5'ten daha fazla çalışan var ise biraz daha rahat olma şansınız vardır. Çalışan sayısı arttıkça şirkette roller daha keskinleşir.Mesai saatleri de keza öyle. Tabi yine de sizden fazla mesai istenirse hayır diyemezsiniz. Eğer fazla mesai ücreti ödemezlerse de çok göze batmamalısınız.
2010 yılında 6 ay kadar Sevenhill tekstil mağazasında part-time olarak çalıştım. Günde 4 saat çalışacağımı konuşarak işe girdim. Aylık maaşım 300 tl artı prim olacaktı. Fakat ilk gün Full çalışmam gerektiği söylendi. Bunun anlamı sabah 10 akşam 10 çalışmaktı. Gençtim çok umursamadım ve çalıştım. Bir ara günde 4 saat çalışmak için girdiğim işte uykusuz ve aralıksız 36 saat çalıştım! Sorun çıkarmadım iş evime yakındı hem bu bir kerelik bir şeydi. Fakat ücretim artmadı. Karşı çıkmak ben mesaimi doldurdum demek aslında işten atılma ile ya da ciddi bir mobbinge(Mobbing ya da bezdiri, bir grup insanın, bir kimseye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yapması. Latince kökenli sözcük; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamlarına gelir) maruz kalmak için davetiye çıkarmak anlamına geliyordu. Özellikle insanların sistematik olarak borçlanmaya teşvik edildiği bu günlerde işten çıkarılmak bir çok insan için kötü bir durum oluşturmaktadır.
Bu nokta da işçileri patronların ya da müdürlerin şerrinden korumak için sendikalaşma seçeneği güçlü bir seçenektir. Tabi sendikalaşma ancak belli bir çalışan sayısı olan işletmelerde mümkün. Ve sol tandanslı partonlar tarafından bile hoş görülmez. :)
Tabi ki bütün patronlar ya da müdürler kötü değildir. Hepsinin kötü olduğunu düşünerek sermaye sahipliğini yok etmek ne kadar mantıksız ise hepsinin iyi olduğunu düşünerek işçilerin hassas durumlarını yok saymak da o kadar mantıksız. Fakat ne kadar güçlü düzenlemeler yaparsanız yapın eğer patron, yönetici, müdür bir işçiye hayatı zindan etmek isterse edebilir. Belki sendikal bir dayanışmanın için de olan işçisinin ücretini kesemez ya da fazla mesai yaptıramaz. Ama ağır işlere koşabilir, imkanlarını azaltabilir hatta çok zorlanırsa kapatıp gidebilir.
İşçi de eğer isterse patronuna zarar verebilir tabi. İşten çıkmadan hatta göze batmadan. Tanıdığım bir sevkıyat şoförü eski şirketinde patronun "gıcık" hareketlerini anlattıktan sonra şimdi ben bu adamın arabasını sürerken kavisler de yavaşlar mıyım ? demişti. Yönetmelikler, kanunlar sıkı denetlense bile işçiyi ve ya çok istisna durumlarda da olsa işvereni bir yere kadar koruyabilir. Tamamen sistemi değiştirseniz bile...
Budapeşte de bir yıl öğrenim gördüm aldığım derslerden bir tanesi "Sosyalizm sonrası ekonomilerde geçiş süreci" adında bir dersti. Macaristan da bir zamanların sosyalist ülkesi. Dersi veren öğretim görevlisine para hiç yok muydu gerçekten insanlar tamamen eşit miydi? diye sordum cevaben şöyle bir şey anlatmıştı:
" En rahat yaşayanlar manavlardı. Herkese belli miktarlarda sebze-meyve dağıtılırdı. Karne ile hakkınız olanı alırdınız. Ama manav kimi daha çok seviyorsa ya da kim manava daha çok sevgisini gösterirse o en taze olanları alabilirdi. Görece daha çürük daha az tatlı olanlar manavın daha az sevdiklerine giderdi. Tabi manav da diğer dağıtım görevlilerini otomatik olarak severdi.Mesela ekmek sorumlusu, ya da araba dağıtan adamı vs. Bu bir karşılıklı çıkar ilişkisiydi ve para olmasa bile zenginlik mümkündü."
Aslında esas sorun ahlak. Sistemi ne kadar mükemmel kurarsanız kurun eğer insanlar buna uymakta direnirse işlemez. Ama eğer insanlara bir ahlak disiplini verirseniz. En azından hırsızlık adam kayırma haksızlık yapanlar tarafından bile ayıp ve gizli kalması gereken bir şey olursa kötü bir sistem bile iyi işler.
Kapitalizm ve ya komünizmden başka bir yol var !
Etiketler:
arz,
başka bir yol daha var,
bezdiri,
emek,
emekçi,
İslâm,
işçi,
Kapital,
komünizm,
liberalizm,
Marx,
Mobbing,
patron,
sendika,
sendikal haklar,
sermaye,
sol,
sosyalizm,
talep,
ücret
Hür Teşebbüs Sistemi
Hür Teşebbüs Sistemi
Kapitalizmin yılmaz savunucusu Amerika'nın yıllarca kapitalizmi tanımlamak için kullandığı kelimeler. Hür teşebbüs sistemi. İnsanların istediği işte çalışabileceğini, istediği ticareti yapabileceğini öngören bir sistem. Bunun için gereken şey serbestleşme ve mümkün olduğunca az devlet müdahalesi yani mümkün olduğunca az "kanun" , "yönetmelik", "mevzuat". Gittikçe azalan vergi oranları ve gittikçe azalan kanunlar sonrasında 2008 "büyük" finansal krizi. En azından iki Amerikalı belgeselci Charles Ferguson ve Micheal Moore bunu iddia ediyor. Tabi bir de açgözlü Wall Street bankacılarının masum ve saf halkı kandırması var. Bu kandırmacaları yapmak için de güçlü bir lobi faaliyeti kullanarak siyasileri kontrol altına alıp, istediği kanunları geçirmişler. İki belgeselde temel olarak bunu anlatmaya çalışıyor.
Ve aradan geçen 8 yıl sonrasında seçilen yeni başkan Donald jr. Trump. Masum ve saf halk yine kandırıldı. O işçi ayaklanmaları , yaşanan fakirlik sonrası "aydınlanma" , evleri haczedilen insanlar, kalkıp oyları ile isyan edecek %99'luk kesim demokratik hakkını kullanmış ve ünlü,zengin bir iş adamını seçmişlerdi. Elbette bunu kaldıramadılar. Küfürler ve aşağılama aldı başını gitti. Ama bir an bile biz nerede yanlış yapıyoruz demediler. Onun yerine zamanla anlayacaklar biz kesinlikle haklıyız.Çok akıllıyız. Çok kitap okuduk. Doğru biziz. Er ya da geç bizim fikirlerimizin doğru olacağını anlayacaklar diye düşünüyorlar. Tek hatamız doğruyu kitlelere ulaştıramamak diye düşünüyorlar. Daha çok bekleyecekler.
Yaklaşık 8 yıl önce izlediğim iki belgesel İnside Job ve Capitalism A Love Story isimli iki belgeseli tekrar izledim. Geçen zaman da iktisada bakış açım epey değişmiş bir çok yeni fikirler tanışmış olarak bu kez alkışlar ve " adamlar belgesel yapmış abi" nidaları ile izlemedim. Çünkü manipülasyonun her türlüsüne yıllarca maruz kalmış bir genç olarak( Türkiye'de yaşayan herkes gibi ) artık biri manipülasyon yapıyorsa anlayabiliyorum. Bu sözlerimden bu iki belgeselcinin manipülasyoncu kötü insanlar olduğunu düşündüğümü ya da Wall street'i savunduğumu çıkarmayın. Fakat kapitalizmi zemmetmek için kullandıkları argümanlar zayıf. Amerika'da ciddi bir sosyalist alerjisi vardır. İnsanlar uzun yıllar boyuna şeytanlaştıran komünist- sosyalist ideolojilere karşı ciddi toplumsal refleksler (refleks: Üstüne çok düşünmeden verdiğimiz tepkiler. Dıştan gelen bir uyarıma karşı oluşuveren istençdışı sinir etkinliği) geliştirdiler. Aslında haklılardı. Komünizm gerçekten şeytani bir sistem üretmek üzerine kurulmuştu. Ama haksız oldukları nokta komünizmin alternatifi olarak sundukları kapitalizmdi.
-Adam Smith şöyle diyordu; herkes kendisi için en iyi olanı yaparsa bu aynı zamanda herkes için en iyi sonucu verir.
-Sosyalistler ise: Herkes toplum için en iyiyi yapmaya zorlanırsa(!) bu aynı zamanda herkes için en iyi sonucu verir.
İkisinin de atladığı şey ise İnsan doğasının karmaşıklığı ve benzersizliğiydi. Yine ikisi de insanların varlığını sadece maddi seçimler merkezli bir bakış açısı ile tanımlıyordu.
Çok derinlemesine bir analiz yaparak uzun ve iddialı cümleler kurmayacağım.(şimdilik).
Nobel ödüllü (!) fizikçi Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger'in 60 yıl önce yazdığı şu satırları aktararak son bir cümle yazacağım. Alıntıyı John U. Nef'in Sanayileşmenin Kültür Temelleri isimli kitabından yapıyorum.
"BIlim (diyor) emin ve degismez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. (ama) Ben etrafimdaki gerçek dünyaya ait ilmi bilgilerin pek yetersiz olusuna sasiyorum... bilim gerçekten bizim kalbimize yakın olan bizi gerçekten alâkadar eden her şeye karsi müthiş bir sessizlik içindedir... Tanri ve edebiyat, iyi ve kötü, güzel ve çirkin hakkinda hiç bir şey bilmiyoruz. Bilim bazen bu sahalara ait suallere cevap vermeye kalkışuyor, ama verdiği cevaplar çok defa ciddiye alınmayacak kadar aptalca şeyler oluyor.Kisacasi, biz bilmin bizim için kurduğu bu maddi dünyaya ait değiliz. Biz onun içinde değiliz... Onun içinde olduğumuza inanuyoruz... (çünkü)... vucutlarimiz ona ait
Ve bu rahatsiz edici durumun sebebi diş dünyayi inşa etmek maksadıyla, kendi şahsiyetimizi disarda bırakma, onu bu tablodan kaldırma gibi gayet basitleştirici bir yola gitmemizdir; şahsiyetimiz gitmis, uçmuştur, sanki ona ihtiyacumız yoktur."
Kapitalizm ve komünizmden başka bir yol daha var!
Kapitalizmin yılmaz savunucusu Amerika'nın yıllarca kapitalizmi tanımlamak için kullandığı kelimeler. Hür teşebbüs sistemi. İnsanların istediği işte çalışabileceğini, istediği ticareti yapabileceğini öngören bir sistem. Bunun için gereken şey serbestleşme ve mümkün olduğunca az devlet müdahalesi yani mümkün olduğunca az "kanun" , "yönetmelik", "mevzuat". Gittikçe azalan vergi oranları ve gittikçe azalan kanunlar sonrasında 2008 "büyük" finansal krizi. En azından iki Amerikalı belgeselci Charles Ferguson ve Micheal Moore bunu iddia ediyor. Tabi bir de açgözlü Wall Street bankacılarının masum ve saf halkı kandırması var. Bu kandırmacaları yapmak için de güçlü bir lobi faaliyeti kullanarak siyasileri kontrol altına alıp, istediği kanunları geçirmişler. İki belgeselde temel olarak bunu anlatmaya çalışıyor.
Ve aradan geçen 8 yıl sonrasında seçilen yeni başkan Donald jr. Trump. Masum ve saf halk yine kandırıldı. O işçi ayaklanmaları , yaşanan fakirlik sonrası "aydınlanma" , evleri haczedilen insanlar, kalkıp oyları ile isyan edecek %99'luk kesim demokratik hakkını kullanmış ve ünlü,zengin bir iş adamını seçmişlerdi. Elbette bunu kaldıramadılar. Küfürler ve aşağılama aldı başını gitti. Ama bir an bile biz nerede yanlış yapıyoruz demediler. Onun yerine zamanla anlayacaklar biz kesinlikle haklıyız.Çok akıllıyız. Çok kitap okuduk. Doğru biziz. Er ya da geç bizim fikirlerimizin doğru olacağını anlayacaklar diye düşünüyorlar. Tek hatamız doğruyu kitlelere ulaştıramamak diye düşünüyorlar. Daha çok bekleyecekler.
Yaklaşık 8 yıl önce izlediğim iki belgesel İnside Job ve Capitalism A Love Story isimli iki belgeseli tekrar izledim. Geçen zaman da iktisada bakış açım epey değişmiş bir çok yeni fikirler tanışmış olarak bu kez alkışlar ve " adamlar belgesel yapmış abi" nidaları ile izlemedim. Çünkü manipülasyonun her türlüsüne yıllarca maruz kalmış bir genç olarak( Türkiye'de yaşayan herkes gibi ) artık biri manipülasyon yapıyorsa anlayabiliyorum. Bu sözlerimden bu iki belgeselcinin manipülasyoncu kötü insanlar olduğunu düşündüğümü ya da Wall street'i savunduğumu çıkarmayın. Fakat kapitalizmi zemmetmek için kullandıkları argümanlar zayıf. Amerika'da ciddi bir sosyalist alerjisi vardır. İnsanlar uzun yıllar boyuna şeytanlaştıran komünist- sosyalist ideolojilere karşı ciddi toplumsal refleksler (refleks: Üstüne çok düşünmeden verdiğimiz tepkiler. Dıştan gelen bir uyarıma karşı oluşuveren istençdışı sinir etkinliği) geliştirdiler. Aslında haklılardı. Komünizm gerçekten şeytani bir sistem üretmek üzerine kurulmuştu. Ama haksız oldukları nokta komünizmin alternatifi olarak sundukları kapitalizmdi.
-Adam Smith şöyle diyordu; herkes kendisi için en iyi olanı yaparsa bu aynı zamanda herkes için en iyi sonucu verir.
-Sosyalistler ise: Herkes toplum için en iyiyi yapmaya zorlanırsa(!) bu aynı zamanda herkes için en iyi sonucu verir.
İkisinin de atladığı şey ise İnsan doğasının karmaşıklığı ve benzersizliğiydi. Yine ikisi de insanların varlığını sadece maddi seçimler merkezli bir bakış açısı ile tanımlıyordu.
Çok derinlemesine bir analiz yaparak uzun ve iddialı cümleler kurmayacağım.(şimdilik).
Nobel ödüllü (!) fizikçi Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger'in 60 yıl önce yazdığı şu satırları aktararak son bir cümle yazacağım. Alıntıyı John U. Nef'in Sanayileşmenin Kültür Temelleri isimli kitabından yapıyorum.
"BIlim (diyor) emin ve degismez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. (ama) Ben etrafimdaki gerçek dünyaya ait ilmi bilgilerin pek yetersiz olusuna sasiyorum... bilim gerçekten bizim kalbimize yakın olan bizi gerçekten alâkadar eden her şeye karsi müthiş bir sessizlik içindedir... Tanri ve edebiyat, iyi ve kötü, güzel ve çirkin hakkinda hiç bir şey bilmiyoruz. Bilim bazen bu sahalara ait suallere cevap vermeye kalkışuyor, ama verdiği cevaplar çok defa ciddiye alınmayacak kadar aptalca şeyler oluyor.Kisacasi, biz bilmin bizim için kurduğu bu maddi dünyaya ait değiliz. Biz onun içinde değiliz... Onun içinde olduğumuza inanuyoruz... (çünkü)... vucutlarimiz ona ait
Ve bu rahatsiz edici durumun sebebi diş dünyayi inşa etmek maksadıyla, kendi şahsiyetimizi disarda bırakma, onu bu tablodan kaldırma gibi gayet basitleştirici bir yola gitmemizdir; şahsiyetimiz gitmis, uçmuştur, sanki ona ihtiyacumız yoktur."
Kapitalizm ve komünizmden başka bir yol daha var!
23 Mart 2017 Perşembe
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları Üzerine...
Geçtiğimiz hafta Bir ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabını okudum. Şu an elimde ikincisi var. Şimdilik ilki hakkında biraz yorum yapacağım.
Komplo teorilerine karşı hep temkinli yaklaşmışımdır. Bir çoğunun deli saçması olduğunu biliyorum. Çalıştığım iş dolayısı ile her gün onlarca içinde bir sürü kelime olan ama hiç bir şey olmayan yazıyı okumak zorunda kalıyordum. Özellikle internette bu bilgiler inanılmaz hızlı yayılır. Bu kitaba da bu önyargı ile başladım. Ama beni ciddi mana da şaşırttı. Kitap gerçekten gerçekleri anlatıyor. Bir sürü belge sunmakla birlikte yazarı John Perkins - ki artık epey yaşlı bir adam- gerçekten var ve kitaptaki çoğu bilgiyi teyit edebilmemiz için kaynaklar sunmuş. Kitabın içeriğinde bazı can alıcı noktaları zamanla buraya aktarıp üzerine konuşmayı düşünüyorum.
Şimdilik söyleyebileceğim tek şey kesinlikle okunmalı!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Küçük İşletme Büyük Ekonomi - Sosyal Sermaye 4 Herkesin işçi olduğu bir toplumda sosyal ilişkiler giderek azalır. Ticaret insanlar ar...
-
Hür Teşebbüs Sistemi Kapitalizmin yılmaz savunucusu Amerika'nın yıllarca kapitalizmi tanımlamak için kullandığı kelimeler. Hür ...
-
7 yıl Önce Dolar Kurunu Öngören Ekonomist Malum bu günlerde herkes pür dikkat Dolar/ TL kurunu takip ediyor. Doların "inanılmaz...
















