Homo economicus kavramı yalnızca kendi çıkarını düşünen ama bunu da becerebilen bir insan tanımıdır. Basitçe anlatmak gerekirse : Denek Murat adlı bir adamın önünde tamamen aynı kalite ve miktar iki şişe su olsa ve Murat ikisinin kesin olarak aynı olduğunu bilse ve biri 1 tl diğeri 2 tl olsa homo-economicus olan insan kesinlikle ucuz olanı yani 1 tl olanı alır. Günümüzde geçerli tüm ekonomik teoriler ve analizler bütün insanların homo economicus olduğunu var sayar. Bu varsayıma göre insanlar iktisadi kararları alma aşamasında kendileri için ne en iyisi ise bunu anlar-bilir ve uygular.
Bu kavram günümüzde yüksek sesle tartışılıyor. İnsanın yalnızca kendini düşünmediğini söyleyenler bir yana bence homo economicus kavramının en sorunlu yeri "mantıklı ya da akılcı " diye tanımlanan kararların ne olduğu? Mesele ilk örneğimizde Denek Murat eğer 2 tlik suyu satan, beğendiği bir karşı cins olursa pahalı olanı tercih edebilir. Hatta ihtiyacı ve dahi parası olmamasına rağmen 2 tl'lik suyu alabilir. Bu ise ekonomik olarak çok mantıksız bir karar. Ya da aşağıda linkini verdiğim bir köşe yazarı gibi yiyebileceğinden fazla tatlı alarak parasını çarçur edebilir. Ülkemizde hatırı sayılır miktar da ali dayı bir gecede tarla parasını yiyor. Bununla birlikte klasik iktisat tüm teorilerini bu varsayım üzerine kurmuştur. Son dönemde yine iktisatçılar arasında da bu kavramın varsayım ile ilgili yığınla eleştiri mevcut. Ben bu kavramın fazlası ile yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Konunun detaylı bir incelemesi şu linkte mevcut.
Benim esas değinmek istediğim nokta homo- economicus kavramı ve demokrasi arasında ki bağlantı. İktisatçılar bu kavramın iktisadi olayları tanımlamakta ki etkilerini tartışıyorlar ama sosyolojik etkilerini pek irdelemiyorlar. Demokrasi kavramı en azından günümüzde tüm bireylerin eşit oy hakkı ve daha bir çok katılım imkanı ile yönetimde söz sahibi olmasını ihtiva ediyor. Bu aslında bireylerin mantıklı tercihler yapacağı varsayan kavramın bir sonucu. Fakat gerçekte öyle mi ? Yani insanlar ya da ortak akıl her zaman en doğru ya da en faydalı olanı seçer mi ? İktisatçıların bir çoğu günümüzde bu soruya "hayır" cevabını veriyor. Öte yandan demokrasinin işlevselliği yüksek sesle sorgulanmıyor. Sorgulayanlar da küstahça , yukarıdan ve aristokratça sorguluyor. Yine temel de homo-economicus kavramını kullanıyor. Ama bir şartla ; yalnızca kendileri homo-economicus! Zenginler ya da çok başarılı insanlar doğal olarak kendilerini homo-economicus olarak görüyor. Zengin ol(a)mayan ya da başarısız olanlarla ile bir tutulmayı adaletsiz öngörüyor.
Fakat aslında bu kavram temelden tartışılırsa ve son 200 yıldır peşinen kabul görerek oluşturulan kurumlar ve kavramlarda dikkatli incelenirse başta demokrasi olmak üzere bir çok kurum ve teori ciddi manada tartışmalı hale gelecek. Fakat Demokrasi eleştirirken çok dikkatli olmakta fayda var. Demokrasinin alternatifi olarak diktaörlük ya da cunta yönetimlerini önermek, halkın aptal ve eğitimsiz olduğu ya da koyun sürüsü olduğu için oy hakkının ve yönetimde söz sahibi olmasının sakıncalı olduğunu söylemek durumuna düşmektense demokrasi hiç eleştirilmemeli! Demokrasiyi ancak daha insanı ve adil bir düzen arayışı noktasından hareket ederek tenkit etmek şarttır! Daha insani olmak ise öncelikle hiç bir insanı aşağılamadan , ötekileştirmeden, ayrışıtrmadan "İnsan" nedir diye sorarak ilerlenirse doğru bir yere varabilir.
İnsan herhangi bir mantık ya da fayda kategorisine sığmayacak kadar çok yönlü ve derindir. Farklılıklar bir yana çoğu zaman bencilce kendi aleyhine kararlar alır. Sevdiğim bir şiirin şu bölümü tam da bu noktayı vurguluyor:
Kendi çıkarlarının tersine kendi kendine
bir insan ne kadar tutumlu olabilir?
Küçük bir sızlanma yeterince irkiltici
mantıklı bir kavganın erdemi, cesur uyku
benim uykum bu, bölünebilir
(Necmi Zeka -Posta pulu)
Homo- economiscus kavramı bence modern yönetim yöntemlerinin de temelini oluşturuyor. En sığ hali ile demokrasi; ayrıcalıklı hiç bir kesimin olmadığı herkesin tamamen eşit olduğu bir sistem olarak anlatılmış olsa da , güya demokrasi ile yönetilen en yüksek ekonomik refah düzeyine sahip ülkelerin hepsinde monarşi hala güçlü biçimde hüküm sürüyor. Ayrıcalıklı ve veraset yolu ile güçlü olan bir çok aile de cabası. Belki monarşinin olmadığı Amerika örneği verilebilir ama gelir eşitsizliği ya da sosyal refahın bölüşümü konusunda çuvalladıkları bir sır değil. Ayrıca Amerikada da Bush ailesi Keneddy ailesi gibi ayrıcalıklı ailelerin varlığı ortada. Öte yandan oylarla değişmeyecek hatta halkın çoğunun bir haber olduğu bir müesses nizamın( müesses nizam: bürokrasiye yerleşmiş seçmenlerden bağımsız olarak savaş kararları alabilen yasalar çıkarabilen bir gürüh) varlığı da Trump'ın başkan seçilmesinden sonra iyice ayyuka çıktı. Bu nokta da aslında demokrasi oldukça homo-economiscus olan bir takım seçkinleri halk isyanından koruyan bir katalizör görevi görmektedir. Dahası tüm kaynaklarını sömürdükleri,parçaladıkları milletleri de kendi tercihleri( kendi seçtikleri liderler ve kendi kurumları ile !) ile sömürmeye devam etmelerinin de sinsi bir markası haline gelmiş olabilir. Bu kadar ince düşünüp bu sistemi kurabilecek kadar akıllı değiller elbette fakat bunu kullanabilecek kadar sinsi olabilirler. Bir iş adamı gibi bir fırsat gördüler ve sonuna kadar kullanıyorlar.
Peki demokrasi ve kapitalizm yokken ne vardı. Bir çok insan -özellikle yayıncılar ve bilim insanları- Dünya'nın demokrasi ve kapitalizm ile geliştiğini ve öncesinde ilkel ve oldukça mutsuz insanların yaşadığı bir yer olduğunu düşünür. Uzay çalışmalarını, atom bombalarını ya da telefon televizyon gibi teknolojik imkanları bir medeniyet göstergesi sayarlar. Halbuki medeniyet kelime manası olarak teknolojik ilerlemeyi değil insanların birbirine hoşgörülü olduğu, barış içinde kaynakların adil dağıldığı bir düzeni ifade eder. Sanayileşmenin Kültür Temelleri adlı kitabında ünlü iktisat tarihçisi John U. Nef ingilizce medeniyet anlamına gelen "civilization " kelimesinin etimolojik kökeni hakkında bilgi verir. İlk ve en kapsamlı bilginin 1776 sıralarında Marquis de Mirabeau'nun "L'Amy des Femmes ou Traite de la Civilisation" adlı eserinde şu şekilde geçtiğini yazıyor:
"Bir Halkın medeniyeti onun örf ve adetlerinin yumuşaması, şehirleşme, nezaket ve umumi ahlak ve adabın gözetilmesine ve kanunlaşmasına imkan verecek bir bilgi yayılması demektir. Bir cemiyet faziletli bir hayat yaratamazsa medeni olamaz. Ancak bütün unsurları ile yontulmuş, yumuşamış olan cemiyetlerde insaniyet fikri doğabilir."
Bu tanım batı Avrupa'da yüzlerce yıl süren kanlı savaşların ve yıkımların ardından edinilmiş tecrübelerin bir tezahürü. Fakat 200 yıl sonra ardılları medeniyete oldukça materyalist ve dar bir bakış açısı ile zenginlik ve teknolojik gelişme manası yüklediler.
Yıllar önce coğrafya okuyan bir arkadaşımdan Tournefort Seyahatnamesi isimli bir kitap almıştım. Joseph de Tournefort isimli bir gezgin ve doğa bilimci tarafından yazılan bu kitap ise vatanı olan Fransa'ya gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Mektuplar hiç sevmediği ve oldukça barbar bulduğu Anadolu insanları hakkında gözlemlerini içermekte. Bir yanı ile de 18. yüzyüyılın ilk yarısının bir fotoğrafı niteliğinde. Kitabın editörü Stefanos Yerasimos özellikle yönetim biçimi ve halkın yaşayışı ile ilgili bilgilerin daha önce bir çok seyyah tarafından aktarılanlarla aynı bilgiler olduğunu en başta belirtmiş. Bu da aktaracağım kısımın tek birinin ya da tek bir zamanı diliminin değil epey uzun zamandır var olan ve eleştirel bir bakış açısı ile bakıldığında bile hakkı teslim edilen gerçeklikler olduğunu ortaya koyuyor.
Aşağıda ki bölüm 14. mektuptan.
"Türkiye de ne dilenci ne para isteyen kimse vardır.Çünkü onların tüm gereksinimleri karşılanır. Varlıklı kimseler hapishanelere giderek borç nedeni ile hapse düşen kişileri kurtarır. Çekingen yoksullara titizlikle yardım edilir. Yangın yüzünden perişan olan bir çok ailenin yardımlarla ev sahibi oldukları görülür! Bunun için felakete uğrayan insanların camilerin kapısına gelmeleri yeterde artar. Acılı insanları teselli etmek için evlerine gidilir. Vebalı hastalar komşularının kesesinden ve tekkelerin kaynaklarından yardım alır. Lewenklaw'ın (alman gezgin) da vurguladığı gibi , Türkler merhametlerine sınır koymazlar. Büyük yolların onarılması , geçenlerin serinletilmesi amacıyla çeşmelerin yaptırılması için paralarını harcarlar; hastaneler ,hanlar, hamamlar,köprüler, camiler yaptırırlar. "
Bir kaç paragraf sonrası şu bölüm yine 14. mektuptan,
"Yardımseverlik ve ahiret aşkı İslam dininin en temek noktaları olduğundan, büyük yollar genellikle bakımlıdır. abdest alabilmeleri için su gerektiğinden buralarda sık sık su kaynaklarına rastlanır. Yoksul kişiler suların getirilmesine katkıda bulunurken, halleri vakitleri biraz daha iyi olanlar kaldırımları yaptırırlar. Büyük yollarda köprüler yaptırmak için komşuları ile işbirliği yapar, varlıkları oranında kamu mallarına katkıda bulunurlar. İşçiler bedenen çalışırlar ve bu tür yapılar için ücret ödemeden duvarcılar, vasıfsız işliler çalıştırılır. Köylerdeki evlerin kapıları önünde yolcuların içmesi için su testileri bulunur. Kimi iyi Müslümanlar büyük yolların kenarına yaptırdıkları bir çeşit gölgeliğe yerleşerek sıcak yaz günlerinde gelen geçen yorgun kişileri dinlendirip serinletmekten başka işle uğraşmazlar. Yardımseverlik düşüncesi öylesine yaygınlaşmıştır ki , Türkler arasında pek az görünmekle birlikte , dilenciler bile fazla paralarını yoksullara verme zorunluluğu duyarlar; bunlar , yardımseverliği ya da daha doğrusu kendini gösterme merakını abartarak, gereksinim fazlası paralarını ekmeklerini ve yiyeceklerini, bunları satın almada hiç bir güçlükle karşılaşmayan ve rahat yaşayan kişilere vererek erdemlerinin ne kadar üst düzeyde olduğunu onlara kanıtlamak isterler."
" Müslümanların yardımseverliği hayvanları bitkileri, ölüleri bile kapsar. Bunun Allah'a hoş geleceğine, çünkü aklını kullanmak isteyen insanın hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmeyeceğine inanırlar; akılları olmayan hayvanlar ise içgüdüleri ile hareket ederek , çoğunlukla yaşamlarını pahasına yiyecek ararken tehlikelerle karşı karşıya kalırlar. Kentlerde, sokakların başlarında köpeklere atmak için et satılır: Türkler yardımseverlik gereği olarak köpeklerin yaralarını, özellikle ömürlerinin sonuna doğru çok bakımsız kalan bu hayvanların uyuzlarını tedavi ederler. Bazı iyi yürekli sofu kişiler hayvanların rahat yatması ya da yeni doğum yapan köpeklerin rahat etmesi amacıyla saman getirirler; kimileri doğuran köpeğin yavrularıyla kapalı bir yerde yaşaması için kulübeler yapar. Haftanın bazı günlerinde köpek ve kedileri beslemek için , iyi hazırlanmış vasiyetnamelerde kurulmuş vakıfların bulunduğuna inanmakta güçlük çektik.; ne var ki bu olağan bir durum: İstanbul 'da , vasiyetname sahiplerinin vasiyetinin yerine gelmesi amacıyla köşe başlarında hayvanlara yiyecek vermeleri için bazı kimselere para öderler. Çoğu kasap ve fırıncı bu amaçla kullanılmak üzere küçük paralar ayırır.Türkler çok yardımsever olmakla birlikte köpeklerden nefret ederler ve onların evlerinde bulundurmaktan hoşlanmazlar; veba salgını çıktığında,bu pis hayvanların etrafa mikrop saçtıklarına inandıklarından, önlerine çıkan bütün köpekleri öldürürler.
" Buna karşılık köpekleri delişmen , hercai bulmaları karşın kedileri hem doğal temizliklerinden hem de ağırbaşlılıkları nedeni ile kedileri sempatik bulurlar."
Yukarıda anlatılan Anadolu 1700 yılların sonlarında yapılan medeniyet tanımına ne kadar uyuyor değil mi ? Mirabeau'nun dediğini hatırlayalım:Bir cemiyet faziletli bir toplum yaratmazsa medeni olamaz. Batı Avrupa'da henüz medeniyet tanımı yapılmamışken yaşanan bu medeniyetin nereden geldiğini anlamak için daha önce civilization kelimesinin kökenine indiğimiz gibi Türkçe "Medeniyet" kelimesinin de kökenine inmek gerekir. Bizim kültürümüze medeniyet kelimesi 600 (altıyüz) 'lü yılların sonunda yani yaklaşık 1100 (bin yüz )yıl önce girmiştir ve Medineli olmak demektir. ...
Yazıyı buraya kadar okuyanlar E demokrasiyi eleştiriyorsun , monarşiyi, diktatörlüğü, eleştiriyorsun peki ne öneriyorsun diye sorabilirler. Bu yazı cevap vermeye çalışmaktan çok soru sorma amacı ile yazıldı. Tabi ki bir cevabım ve görüşüm var. Fakat soruların daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak yine ve tekrar söylüyorum!
Başka bir yol daha var!
Yararlanılan Kaynaklar :
- http://www.iktisadiyat.com/2010/09/12/bir-iktisadi-sistem-olarak-islam/ -Ekrem Cunedioğlu-
-https://www.huffingtonpost.co.uk/ioan-marc-jones/terrible-economic-theory_b_6803380.html?guccounter=1
- https://www.youtube.com/watch?v=iqKdEhx-dD4- Isolation - Mind Field
-Tournefort seyahatnamesi - Kitap Yayınevi- ilgili bölüm 14. mektup sf : 60
-Sanayileşmenin Kültür Temelleri- John U. Nef - 1000 temel eser Devlet Kitapları.
-TARTIŞILAN BOYUTLARIYLA “HOMO ECONOMICUS” “HOMO ECONOMICUS” WITH ITS DIMENSIONS UNDER DISCUSSION
Prof Dr. Hüseyin AKYILDIZ•


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder